Doğum günleri her zaman özel olmuştur benim için. Bir insanın hatırlanması, anılması için en güzel günmüş gibi gelir doğum günleri. Kişi için bir milat, her yıl yeniden kazanılan bir bilinç günü.
Bugün, benim, bundan yıllar önce her şeyi başlattığım gün. Her insan kendine bir doğum günü hediyesi verir, benimkiler biraz daha özel oluyor genelde. Radyoda kendime özel yayın yaptığım, dergide adıma yazılan akrostişi okurlarla paylaştığım olmuştu. Şimdi burada bugün ise, sizlerle vizyonu değil, en sevdiğim filmleri; gezmeniz gereken yerleri değil, en sevdiğim İstanbul köşesini paylaşacağım.
Herkesin hayatında ‘o film’ dediği bir film vardır diye
düşünüyorum. Benimki kesinlikle Truman Show. İzlemediğinizi
düşünmek istemiyorum ama oralarda bir yerlerde bu yazıyı okuyup bu filme şans
vermemiş biri varsa bu bir işaret, gidip ilk fırsatta zaman ayırın lütfen.
İçinde bulunduğum, eğitimini aldığım mesleğin bu meslek olmasının en önemli
sebeplerinden biridir bu film. İlk izlediğimde o kadar etkilenmiştim ki, bu
acımasız dünyanın içinde bulunmayı ne denli istediğimi anımsıyorum. Spoiler
içersin istemiyorum bu yazı o yüzden kısaca filmi şu şekilde tarif edeyim;
reality şov dünyasının gerçek yüzünü, televizyonun insandan üstün olduğunu,
bazı değerlerin ya da yargıların parayla boy ölçüşemeyeceğini düşünen bir
medyayla tanışacaksınız. Ki ne yazık ki bu yeni tanıştığınız medya, eskiden tanıdığınızdan
çok daha gerçek.
Üzgün olduğunuzda, bir şey düşünmek istemediğinizde ve hatta
bazen başka bir gezegene ışınlanıp orada bir gül yetiştirmek istediğinizde ne
yapıyorsunuz? Ben ne yazık ki henüz Küçük Prens’e dönüşüp, gülümün varlığıyla
iftihar duyabileceğim küçük bir gezegenden gelemediğim için açıp Breakfast
at Tiffany’s izleyebiliyorum… Audrey’in bu filminde bir şey var, tarif
edemiyorum ama bir buruk hüzün, bir kırık kalp var. Yarım kalmış bir hikaye,
üzülmüş bir kız çocuğu var. İzlerken kendi derdini, tasasını unutturuyor
insana. Anlayacağınız en’ler listesinde olmayı sonuna kadar hak ediyor işte.
Ters köşenim ölçüsünü tutturabilen senaryolardan çok keyif
alıyorum. Vanilla Sky her izlediğimde beni hala içine hapseder.
Almodovar’ın The Skin I Live In filmi de iyi örneklerden biridir. Shutter
Island, Fight Club, Oldboy, Seven gibi bu işin hakkını
veren filmlerin asını anmakta da fayda var.
Bu listede bir tane ‘gerçek’ film olmalıydı ama hangisi
olsun bir türlü karar veremedim. Aslında ikiye kadar düşürdüm seçeneklerimi ya
Kubrick’in Shining’i ya da Hitchcook’un The Birds’ünü yazacaktım.
Sonra aniden Hitchcook demişken Vertigo geldi aklıma. E bi de, Welles’in
Citizen Kane’i var. Kendi kendime Gone with the Wind’dan, It
Happened One Night’tan, Casablanca’dan, Marilyn’in Some Like It
Hot filminden bahsetmeden nasıl geçeceğimi de düşündüm. Anlayacağınız
kategori kaliteli olunca seçim yapmam mümkün olmadı pek, siz de bu filmleri
izlediyseniz ne demek istediğimin farkındasınızdır…
Bu listeye romantizm/dram filmi eklemediğimin çok
farkındayım. Her ne kadar yakın çevremin beni tanımlamak için kullandığı
kelimeler listesinde ‘romantik’ ilk sıralarda yer almasa da benden
beklemeyecekleri bir şekilde romantizm ve aşk dolu filmlere çok zaman
ayırıyorum. Bunun sebebi izlediğim bir filmin önüne geçebilecek ‘o’ filmi
arıyor ancak bir türlü bulamıyor oluşum... Beni ilk izlediğimde günlerce dumur
eden, bildiğim tüm romantik filmlere taş çıkaran, senaryosuyla beni paramparça
eden bir film var. O filmi paylaşmak benim için ne kadar zor olsa da bu listede
olması gerektiğine eminim: P.S I Love You. Olur da izledikten sonra
birine yazma ihtiyacı duyarsanız, mail adresim ve sosyal medya hesaplarım her
zaman ulaşımınıza açık, dertleşmelere hazırım…
Şimdi gelelim İstanbul’un yegane köşesine. Herkesin kaçamak
bir köşesi vardır, bunaldıkça tek kalmak için, ara sokaklarında kendisini
kimseler görmesin diye İstanbul’a rica eder, İstanbul’a sığınır. Ben tahmin
edersiniz ki bu köşemi sizle paylaşamayacağım. Ama kaçabileceğiniz bir semt
söyleyeceğim: Çukurcuma. Bu semt öyle bir semt ki, sokaklarında
dolaşırken başka bir yerde, başka bir zamanda hissedeceksiniz. Bu sokakların
çoğunu bir filmde, bir sahnede gördünüz. Her ara sokak başka bir müzeye,
çeşmeye, hamama çıkacak. Ara sokaklarından çıkacağınız caddelerde başka bir
yaşanmışlığa şahit olacaksınız. Ayrıca küçük bir tavsiye; eğer vakit ayırma
lütfunda bulunursanız Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi kitabının müzesi
de burada. O yüzden kitabı okuyup bu müzeye de zaman ayırmanızı dilerim. Ancak
okumadıysanız gitmeyin lütfen, çünkü benim yaşadığım o duygu yoğunluğunu
anlamanız, yaşamanız ne yazık ki mümkün olmayacaktır; boşuna zaman kaybetmeyin…
Son olarak, bugün sadece benim için özel
değil elbet, dünyanın en güzel gününde doğunca doğum gününüzü 20 milyondan
fazla insan daha kutluyor..
Dünya Fenerbahçeliler Günü’nüz kutlu olsun…