Bush döneminde, ABD'nin işgal aracılığıyla Afganistan ve Irak'ı ABD'nin çıkarları açısından tehdit oluşturmayacak ve işlevsel olabilecek uluslara/ulusçuklara devşirme hayali henüz canlıyken bu hat adeta ABD ve müttefiklerinin birbirlerini kaybettikleri, birbirlerinden uzaklaştıkları bir kırmızı çizgiyi tanımlıyordu.
Kabil ve Bağdat arasında ABD politikaları, bu ülkelere girilmesinin, çıkılmasının ve tekrar girilmesinin üzerinden seneler geçmesine rağmen sallantıda olmayı ve Washington’un müttefiklerle ilişkilerini etkilemeyi sürdürüyor.
Kabil-Bağdat hattı
Bush döneminde, ABD’nin işgal aracılığıyla Afganistan ve Irak’ı ABD’nin çıkarları açısından tehdit oluşturmayacak ve işlevsel olabilecek uluslara/ulusçuklara devşirme hayali henüz canlıyken bu hat adeta ABD ve müttefiklerinin birbirlerini kaybettikleri, birbirlerinden uzaklaştıkları bir kırmızı çizgiyi tanımlıyordu. Obama döneminde ise ABD, işgalin çok maliyetli, pahalı, buralarda yeniden, istenilen kriterlerle ulus inşasının çok uzun ve zor olduğunu kavrayınca Kabil-Bağdat hattını rakiplerle pazarlık etmenin, İran ve Rusya’dan ABD’nin küresel gündemine yönelik bir şeyler kopartmanın fırsatı olarak gördü. Hatırlayalım; İran, Irak üzerindeki gücünü artırırken Washington ve Tahran Nükleer Anlaşmayı imzalıyor, Rusya ABD’nin Afganistan’dan çekilmesini lojistik olarak mümkün kılarken, Obama ve Medvedev Yeni Start Anlaşmasını görüşüyorlardı. Ancak ne çekilme tam olarak gerçekleşti ne de ABD rakiplerinin hal ve hareketlerinden mutlu oldu. Sonuçta Trump geldi ve ABD’nin hem çekilmeyi hem de rakiplerini terbiye etmeyi bir arada götürebilecek güce sahip olduğunu düşündü. Sonucun hüsran olduğunu hatırlatmakta yarar var. Üstelik bu dönemde bölgenin yeni aktörlerine yeni alanlar açıldı, bu açılımlar yapılırken de yanlış hesaplar, kotarılmayan politikalar bölgede daha derin bölünmelere sebep oldu. Sonuçta hem ayrışma hem pazarlık hattı olarak ortaya çıkan Kabil-Bağdat hattı müttefiklerin ve rakiplerin diş bilediği, el güçlendirdiği güneye doğru kaydı.
Bugün ister istemez ABD, daha hırslı müttefikleri tatmin etmek, daha dirençli rakipleri ehlileştirmek için Kabil-Bağdat hattında yaptığı pazarlıkları bölgede içine Suriye-Lübnan, İran-Körfez, Pakistan-Hindistan ve Kuzey Afrika eksenini alan daha geniş bir çerçeveye oturtmaya mecbur. Eh bu büyük çerçeveye taşındığında da pazarlık kolay kolay ilerlemiyor. Biden yönetiminin taktiksel ağırkanlılığına (yani pazarlık masasında oturanları yormak için benimsediği ağır işleyişe) böylece sahanın riskleri eklemleniyor ve daha pazarlıklar kotarılmadan sahada yeni maliyetler beliriyor. Bu da herkesin, özellikle de Türkiye gibi müttefiklerin Washington’un gerçek niyetini sorgulamasına neden oluyor.
Mülteci çorbasına tuz
Nitekim Afganistan-Irak hattında bu maliyetler en açık biçimiyle görünür halde. Afganistan’da Taliban’ın zaten ülkenin tamamını kontrol etme gücü yok analizleriyle beraber Kabil Havaalanı ile ilgili pazarlıklar ağır aksak yürütülüyor. Bu da farklı Taliban unsurlarının sahada hem kontrol sağlamasının hem de merkezi hükümete yönelik radikalleştirici saldırılarının önünü açıyor. Ve ABD, Kabil Havaalanı’nın açık kalmasına yönelik pazarlık süreci sanki devam etmiyormuşçasına- ki ettiğini Victoria Nuland’ın geçtiğimiz ayın sonunda ABD Dış İlişkiler Konseyinde Türkiye oturumunda verdiği cevaplardan anlıyoruz- Taliban’dan kaçan ve ABD ile iş birliği yapan Afganlılar için önce üçüncü ülkelerde mülteci statüsü kazanacakları P-2 Vize programını açıklayıveriyor. Kısaca, Washington mülteci çorbasına avuç dolusu tuzu boşaltıveriyor.
Bu mesele geçtiğimiz hafta Türkiye’de bir süredir gündemi meşgul eden mülteci-sığınmacı-göçmen meselesiyle birlikte ele alındı. Daha çok da mesele politikleştiği ve güvenlikleştiği için yeni göç dalgası olasılığının toplumsal güvenlik üzerinde yaratabileceği etki, alicenaplığımız ve toplumsal yapıyı koruma sorumluluğumuz arasındaki gerilime odaklanılarak tartışıldı. Oysa ABD’nin hem de Nuland’ın dinlendiği oturumda “Türkiye’yi Rusya’ya kaptırmamak” gibi bir amaç zikredilmişken ve NATO Zirvesinde Türkiye’nin Atlantik Dünya’daki yeriyle ilgili bir Brüksel Ruhu ortaya çıkmışken Afgan mülteciler üzerinden sonradan yanlış anlaşıldıkları için üzgün oldukları bir mesaj açıklamalarının sebebi ne olabilir.
Öncelikle, ABD’yi “yanlış anlaşılma üzgünlüğüne” iten sebebin Ankara’nın gösterdiği tepki olduğunu söylemek lazım. Bu tepkiyle Türkiye, yeni bir mülteci dalgasını hoş görmeyeceğini, böyle bir gelişmeyi engellemek için sınır güvenliğinin güçlendirilmesi dahil her türlü tedbiri alacağının da altını çizmiş oluyordu. Aslında bu noktada Türkiye’nin tepkisinin de yeni bir tepki olduğunu söylemek yanlış. Geçen senelerde yaşanan İdlib krizlerinde Ankara, hem Türkiye-Avrupa/AB ilişkilerinde, hem de Türkiye’nin Ortadoğu politikasında Ankara’nın bölgedeki mülteci sorunuyla baş eden “kapı-tutucu” rolünü uluslararası toplumun ve Batılı müttefiklerinin bir katkısı olmadan sürdürmeyeceğini duyurmuştu. Durum böyleyken ve ABD, Türkiye-AB ilişkilerini canlandırmak için kılını şimdilik kıpırdatmazken, Avrupalı müttefiklerin -İngiltere dışında- Bağdat-Kabil hattında varlık gösterme iradesi ve gücü son derece azken ve Kabil havaalanı pazarlığı bir türlü bitirilemezken ABD’nin “mülteci” çorbasına neden tuz attığı, bu tuz üzerinden Türkiye’nin dikkatini nereden uzaklaştırmaya çalıştığı ve ne gibi bir maliyeti Ankara’ya hatırlattığı sorgulanmalı.
İran’ın politikası
Üstelik mülteci çorbasına atılan bu son tuz, Türkiye-İran ilişkileriyle ilgili hassasiyeti de gün yüzüne çıkartıyor. İran’ın bitmeyen Viyana görüşmelerinden, süregiden yaptırımlardan ve Irak’ta zaten muharip olmayan ABD güçlerinin çekilmesinin kimlere kapı açacağından duyduğu rahatsızlıkla hareket ettiği biliniyor. Tahran’ın, “elimin ulaştığı yerlerden uzaklaşmayacağım ve Viyana’yı bu amaçla kullanmanıza izin vermeyeceğim” mesajını orada burada birilerine vermek istediği de görülüyor. Suriye’de rejim ve YPG unsurlarının Türkiye’ye yönelik diş gösterme çabaları, Lübnan’dan İsrail’e atılan Hizbullah roketleri, Uman Körfezinde kimin vurduğu belli olmayan gemi, Türkiye sınırına ulaşmakta Afganistanlılara kolaylık sağlandığı haberleri bu huzursuzluk ve belki panikle ilgili. Dolayısıyla, Türkiye’nin ABD’nin Afganistan’da attığı taş üzerinden İran’a Viyana görüşmeleri oyununu bu şekilde kurgulamasının riskini de hatırlatması gerekecek.
Çok cepheli mücadele hatırlatması
Sözün özü, ABD’nin Kabil-Bağdat hattında bile-isteye yarattığı maliyet, Türkiye’ye çok cepheli bir mücadele verdiği hatırlatıyor. ABD’nin bu maliyeti hafifletecek pazarlıkları ağır aksak yürütmesi Türkiye’yi yorabileceğini ve dikkatini Kuzey Afrika-Körfez-Afrika hattından uzaklaştırabileceğini göstermeyi hedefliyor. Bu mesajın boşa atıldığını kanıtlamak için Ankara, Körfez, Kuzey Afrika, Afrika diplomasisini hızlandıracak, sınır güvenliğini kuvvetlendirdiğini ve mülteci dalgasına yönelik yeni tedbirleri aldığını açıklayacaktır. Ancak bu ağır aksaklık ve Ankara’nın gerginliği azaltma, bölgesel yönetişim kurulması çabalarına tam anlamıyla destek verilmemesi Batı güvenliği için sanıldığından daha büyük riskler yaratabilir. Bağdat-Kabil hattı yeniden kaybedilme ve bu yüzden yeniden güç gösterme kısır döngüsü içine girebilir. Biden Yönetiminin bir an önce ağırkanlılığı bir yana bırakıp, Türkiye’nin stratejik özerkliğe sahip olduğunu kabul etmesi ve artık bunun için Ankara’ya maliyet yaratma politikasından vazgeçmesi gerekiyor.