Ülkemizde üniversite sayısının çok fazla, eğitim kalitesinin düşük olduğu konusu her fırsatta yoğun olarak eleştirilmekte.
Türkiye’de son yıllarda her gün bir yenisi kurulan üniversitelerin sayısı, üçü pasif olmak üzere toplamda 207 adettir. Bunların 129’u devlet üniversitesi, 75’i de vakıf üniversitesidir. Her şehirde bir devlet üniversitesinin mutlaka olması bir kanun emri olup, vakıf üniversitelerinin de çoğunlukla İstanbul’da (Üniversite sayısı 54) kurulduğu da ayrı bir gerçek.
Ülkemizde üniversite sayısının çok fazla, eğitim kalitesinin düşük olduğu konusu her fırsatta yoğun olarak eleştirilmekte.
Dünyaya baktığımızda Hindistan 8 bin 400’ü aşkın üniversite ile ilk sırada gelmekte.
Amerika’da üniversite sayısı 6 bin 500’ü geçerken, Rusya’da bu sayı 800 kadar.
Almanya’da üniversite sayısı 400’e yaklaşırken İngiltere’de ise sadece 150.
Üniversitelerimize niceliksel olarak değil, niteliksel olarak baktığımızda da başarı sıralamasına üç beşi ancak girebiliyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın masasında kuruluş izni bekleyen bir o kadar daha üniversite olduğunu da unutmayalım.
Yüksek Öğretim Kurumu istatistiklerine göre 2021-2022 akademik yılında 128 bini vakıf üniversitelerinden 773 bini de devlet üniversitelerinden olmak üzere toplam 900 bini aşkın öğrenci bu kurumlardan diploma almayı başarmış.
“Başarmış” kelimesini özellikle yazdım, çünkü üniversiteler kadar öğrencilerin de eğitim düzeyi dünya sıralamasında arzu edilen düzeye ne yazık ki çıkamıyor.
Hangi okuldan, hangi branşlarda kaç öğrenci mezun olup, kaçı iş bulabilmiş asıl bizi düşündüren bu durum olmalı.
YÖK, hangi üniversiteye, hangi fakülte ve bölümlerin açılması konusunda ilgili sektörlerden görüş sormaktadır. Fakat, buna rağmen doktor, avukat veya farklı mesleklerde ihtiyaçtan çok fazla mezun verildiği gerçeği de buz gibi karşımızda.
Örneğin, ülkemizde pilot ihtiyacı varken Havacılık Yönetimi, Sivil Hava Ulaştırma Hizmetleri, Sivil Havacılık Kabin Hizmetleri adı altında bölümleri açarak yüzbinlerle ifade edilen ücretler alan bazı vakıf üniversitelerinin ‘fabrikasyon‘ mezun vermesi hiç bir işe yaramamakta, sadece bu ‘ticari’ sözde üniversitelere çuval dolusu paralar kazandırmakta.
Okuldan borç harç mezun olup, sonra iş bulmak için özel sektöre başvuran ve iş bulamayan, sonra da devletin kapısını (İŞKUR) çalmaktan başka çaresi olmayan binlerce gencin ve ailelerinin içinde bulunduğu durumu sayılar gösteriyor. Havacılıkta çağ atladık, dünyanın en önde gelen devletlerinden biri de biz olduk diyoruz, ama bu sektörde de işsiz binlerce diplomalı gencimiz bulunuyor.
Örneğin kabin memuru olmak için can atan diplomalı genç kızlarımızın asgari ücretle sekreterliğe bile razı olmasını kim nasıl izah edebilir? Havaalanlarında
havayollarında, yer hizmeti şirketlerinde ve havacılığın diğer tüm branşlarında alaylı ve mektepli olarak çalışanların sayısı 200 bini geçememişken, ülkenin bütün okullarından binlerce gencin eline diploma verip “Ne halin varsa gör “ diye sokağa salınması onların kaderi midir?
İŞKUR’a, iş bulmak için başvurup eli boş dönen gençlerin “İşsizlik Ödeneği” adlı yardıma başvurması da ayrı bir dram.
İŞKUR’un verilerine göre, 2023’ün Ocak-Haziran döneminde toplam 826 bin 588 kişi işsizlik ödeneği için başvuru yapmış.
İşsizlik başvurusu yapanlardan yalnızca 362 bin kişi ödenek almayı başarmış.
İşin ilginci işsizlik ödeneğine başvuranlar arasında üniversite mezunu olanların sayısı 188 bin kişiye kadar çıkmaktadır.
Resmi olarak 3 milyon 337 bin kişi olan işsizlerin gerçek sayısının 9 milyonun üstünde olduğunu araştırmalar veriyor.
2023 yılının ikinci çeyreğinde çalıştığını bildiğimiz 31 milyon 507 bin kişinin 8 milyon 391 bininin herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kaydı bulunmuyor.
İşte bu durum vatandaşın yaşamak için borçlanmasına da neden olmaktadır.
İşsiz ve dar gelirlilerin bankalara olan kredi ve kredi kartı borçlarının Ağustos ayının ilk haftasında 25,1 milyar lira artarak 2 trilyon 343 milyar liraya kadar çıkması gelinen durumun göstergesidir.
İşin özü, gençlerimiz içinde bulundukları ekonomik durumun da etkisiyle, iyi şart ve imkanlardan yoksun eğitim aldıkları için başarılı olamıyor ve ücretsiz eğitim veren devlet üniversitelerine giremiyor. Mecburen vakıf üniversitelerinin düşük ve para eksenli eğitimine muhtaç olup bilimden uzak, sadece diploma alıyor. Böyle olunca da fırsat yarışında geride kalıp, iş bulamıyorlar. 2023 yılı biterken umutları başka bahara bırakmaktan başka çaremiz yok dersem anlayınız.
Mutlu yarınlar Türkiye’m..
—————————————————————
Havayollarının amacı ek ücret almak mı?
“Yolcularınızı, bagaj gibi tartamazsınız!”
Güney Kore’nin bayrak taşıyıcı havayolu şirketi olarak 1962 yılında kurulan ve 1969’da özelleştirilerek Hanjin Group’a satılan Korean Air, geçen hafta yaptığı bir duyuruyla adından bence olumsuz söz ettirdi. Korean Air aldığı bir kararla yolcularını uçağa binmeden önce isim vermeksizin tartacaklarını yaptığı bir açıklamayla duyurdu.
Uygulamanın zorunlu olmadığı, her yolcunun bunu reddetme hakkının olduğu belirtilen açıklamada bu işin uçuş güvenliği için yapılacağı ve bu uygulamanın yerel yasalara uygun olduğu belirtilmiş. Yolculara kaç kilo oldukları sorulacak ve şayet isterseler bagajlarıyla birlikte tartılacaklarmış.
Uygulama kısa süre için ve de deneme mahiyetinde yapılacakmış.
Aynı uygulama bir süre önce Yeni Zelandalı havayolu şirket Air New Zealand tarafından da yapılmış ve yolculardan bu ağırlık anketine katılmaları istenmişti. Uygulama, bir ay kadar devam ettirilmiş ve gelen tepkiler üzerine sonlandırılmış.
Uçakların model ve kalkış ağırlığına göre hesaplama yapılırken bagaj ve baş üstü dolaplarındaki el bagajları tahmini, yolcular da ortalama 70 kg. olarak hesaba katılmaktadır. Uçaklar fazla ağırlıkla daha çok yakıt yaktığından havayolları bunu azaltmak için her yolu deniyor.
Bu iki havayolunun bagajlarıyla birlikte yolcuları tartma girişimini, kilosu fazla olan yolculardan kilo başına ek ücret alabilmek için nabız yoklama olarak nitelendiren uçak yolcuları “Kilolu veya kilosu normal her kim olursa olsun, insanları, yolcuları bagaj gibi tartamazlar. Buna hakları yok. Bu uygulama insan haklarına ve yolcu haklarına aykırıdır. ICAO ve IATA bu konuyu acilen soruşturmalıdır” dedi.
Şimdilik, kilolu yolculardan ek ücret alınması söz konusu değil, ama Low Cost Carrier (LCC) adı verilen ve her şeyden ücret alan ucuzcu taşımacılar bu konuyu hayata geçirmek isteyebilirler.
1996 yılında, Amerika’da TWA (Trans World Airways) adlı havayolu şirketinin Boeing 727-200 tipi uçağıyla New York JFK (John Fitzgerald Kennedy) Havalimanı’ndan Texas’daki Austin Bergstrom Havalimanı’na gitmek için uçağa bindiğimde dikkatimi çeken ilk şey, 50’lı yaşlarda olan siyahi kadın kabin görevlisinin çok kilolu oluşu idi. Kilosu nedeniyle koridorda zor hareket eden bu hanımefendinin uçakta görev yapmasını şirketi veya havacılık otoritesi FAA’in (Federal Aviation Administration) engellemeyişi insan haklarına, yasalara duyulan derin saygının bir gereği olarak algılamış ve de unutmuş gitmiştim.
Aradan 10 yıl kadar geçtikten sonra bana bu kabin görevlisini hatırlatan bir başka gelişmeye de çok şaşırmıştım.
Türkiye’nin bayrak taşıyıcı şirketi THY’nin o yıllardaki yönetimi aldığı bir kararla kilo sorunu olan kabin ve kokpit ekiplerini 6 ay süreyle zorunlu olarak izne ayırarak zayıflamalarını istemişti.
Kamuoyunun çok da duymadığı bu konu çalışanlar arasında infiale sebep olmuş, fakat işten atılma korkusu nedeniyle hiç kimse bu duruma itiraz edememişti. Hatta öyle ki zorunlu iş bıraktırılanlar arasında kabin memurlarının meslek örgütü olan TASSA’nın (Havayolu Kabin Memurları Derneği) o zamanki Başkanı (İzni olmadığı için adını yazamıyorum) bile vardı. Konuyu bizzat kendisinden duymuş ve bu karara çok şaşırmıştım. Asla benzetmek istemem ama Saddam Hüseyin de, şişman generallerini zayıflatmak için zorunlu spor yapmayı emretmişti. Tıpkı, Çin Hükümeti’nin yaptığı gibi. Bu iş emirle değil, ancak ikna yoluyla ve inandırmakla olur.
THY’nin bunu yaparken iki amacı olabilirdi. Birincisi uçakları hafifletip yakıt tüketimini en aza indirmek, ikincisi de amir veya memurların (kadın/ erkek) yolcuların karşısına fit bir şekilde çıkmasını sağlamak. Hangi amaca yönelik olursa olsun her iki durumda da insan haklarına ve iş yasalarına aykırı davranılmışlardı. O yıllarda sosyal medya şimdiki gibi etkin olsaydı, bu kararı uygulamaları hiç de kolay olmazdı. İnsan, hangi meslekte olursa olsun haklarıyla insandır.