Bilindiği gibi iki ülke arasında kimi egemenlik sorunları ile ilgili, kimi silahlanma gibi doğrudan güvenlik ikilemi ile ilgili hala çözülmemiş çok problem var.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 7 Aralık’ta Yunanistan’a düzenlediği ziyaret, Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi toplantısının yapılmış olması, tarafların katılımı ve bir iyi niyet ve güven artırıcı adım olarak Atina Bildirgesi’nin imzalanması Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde yeniden bir yumuşama dönemine girildiğini gösterdi. Aslında iki ülkenin ilişkilerinde birbiri ardına gelen tırmanma-sertleşme ve yumuşama dönemleri uzun bir süredir gözlediğimiz bir rutin, buna rağmen kamuoyunun bu rutine alışması zor, o nedenle her gelen, yeniden başlayan dönem ile ne değişti diye soruyor.
Güvenlik ikilemi ve ABD etkisi
Bilindiği gibi iki ülke arasında kimi egemenlik sorunları ile ilgili, kimi silahlanma gibi doğrudan güvenlik ikilemi ile ilgili hala çözülmemiş çok problem var. Güvenlik ikilemi, teorik olarak kazananın olmadığı, aktörlerin sürekli kapasite yani silah edindiği ama güvenliklerini artıramadıkları bir ikilem. Son yıllarda ABD’nin Yunanistan’a sağladığı kapasite, Atina’yı Karadeniz-Akdeniz stratejisinde kendi caydırıcılık stratejisi çerçevesinde bir taş haline getirmesi (sonuçta ABD açısından bu taşın önemi nedir sorusunun cevabını vermek kolay değil. Trump ve Biden döneminde farklı yetkililer Yunanistan’daki ABD üstlerinin önemi konusunda farklı açıklamalar yaptılar ama nihayetinde Yunanistan NATO üyesi bir ülke- dolayısıyla Körfez ülkelerinden daha güvenilir- ve ABD açısından yatırım yapılabilir bir aktör) Atina-Ankara güvenlik ikileminin yatıştırılmasına bir katkı sağlamadı. Tam tersine üsler, silahlar ve coğrafi yakınlık ikilemin artmasına neden oldu. Ayrıca, ABD’nin Yunanistan’a desteği Washington’un söz konusu bölgelerde özel, özde ve görünürde Rusya’yı sınırlama stratejisinin diğer ayakları ile (örneğin GKRY’ne destek politikası ile, Doğu Akdeniz’de Rusya-İran karşıtı Körfez’den Avrupa’ya bir eksen oluşturma politikası ile, Karadeniz’de mümkünse stratejik varlığını artırma politikası ile) birleştiğinden Türkiye-Atina ikili ilişkisini karmaşıklaştırdı. Türkiye, sadece güvenlik ikilemi caydırıcı güç gösterisinde bulunmayı gerektirdiği için değil, aynı zamanda bölgesel bir güç olarak ABD’nin kendi güç ve güvenliğini sınırladığı yerde caydırıcılık göstermesi zorunlu olduğu için donanma kabiliyetlerinden füzelerine, güvenlik riski oluşursa “bir gece ansızın geliriz” söylemine elindeki tüm imkân ve kabiliyetleri caydırıcılığını güçlendirmeye ve kanıtlamaya seferber etti. Dolayısıyla Ankara’nın hep savunduğu, ikili ilişkilere ve sorunlara üçüncü tarafların bulaştırılmaması ilkesi jeopolitik değişimler sonucu bölgeye ilgililerin sayısı artıkça, Atina da bundan faydalanmak istedikçe bozuldu, bu da ikili ilişkilerde genel bir tırmanma atmosferi oluşturdu, yumuşama dönemlerini kısa erimli, istikrarsız hale getirdi. Erdoğan, Atina ziyareti öncesi gerek ulusal gerek Yunan basınına verdiği mülakatlarda iki noktanın altını çiziyordu: 1)-Üçüncü taraflar, özellikle ABD, Türk-Yunan ilişkilerine karıştırılmamalı, zira bu iki ülke arasındaki anlaşmazlıkları çözümsüz hale getiriyor; 2)- Çözülmeyecek bir sorunumuz yok, konuşmalıyız ama diyelim anlaşamadık kazan-kazan zemini oluşturamayacağımız bir konu yok.
AB ve Avrupalıların etkisi
Öte yandan Yunanistan’ın AB üyesi olması, Türkiye’nin AB üyelik adayı olması da iki ülke arasındaki güvenlik ikilemine bir yatıştırma getirmedi. Hikâyeyi biliyoruz, AB ve AB’nin bazı üyeleri Doğu Akdeniz’i Birlik politikaları için bir var olma alanı olarak gördüler. Geleneksel olarak Kuzey Afrika ile ve Kuzey Afrika enerji sektörü ile içli dışlı olan bu aktörler için AB’nin bir dış politikası olduğunu kanıtlamak ve kazanç sağlamak için bölge doğal olarak bir cazibe merkezi haline geldi. Ayrıca bu bölgede AB varlığını artırılsa Brüksel bölge ve ötesinden gelebilecek -başta göç olmak üzere- bazı güvenlik risklerine karşı güçlü tedbirler alabileceğini düşünüyordu. Tüm bu jeopolitik tahlil, Doğu Akdenizli üyelerin ayrıca önemsenmesine ve onların jeopolitik duruşlarına Merkel’in deyişi ile “yanlış olunsa bile” destek verilmesi kararına sebep oldu. Aynı dönem Türkiye üyeliği ile ilgili beklentinin donduğu bir dönem. Sonuçta Batılı aktörler Türkiye’yi gerçek anlamda sahada izole etmek mümkün olmasa da Yunanistan üzerinden bir yalnızlaştırma ve izolasyon söylemi geliştirdiler. Türkiye, bu söylemi aşmak ve Türkiye ve KKTC’nin hakları konusunda empoze edilen sınırlamaları nötralize etmek için yeniden, yine caydırıcı ve alan-kontrolü sağlayan/alan-kapatıcı gücünü devreye soktu. Özetle Türkiye-Yunanistan ilişkisinin güvenlik ikilemi ayağı caydırıcılık oyunu üzerinden dönen bir ton kazandı, ikili ilişkiler üçüncü-dördüncü-beşinci tarafları kapsayacak şekilde kalabalıklaştı, kazan-kazan zemininde konuşma şansı azaldı. Bu arada bölgede yeni krizler çıktıkça caydırıcılık sağlamanın maliyeti, bu caydırıcılığı ve kapasite inşasını üçüncü taraflar üzerinden yapan Atina için kâğıt üzerinde göründüğünden daha çok yükseldi. Maliyetler bu kadar yükselmişken ve Türkiye kriz değil iş birliği istediği mesajını verirken Brüksel ve Atina’nın “olumlu gündem” çağrısı yapmak noktasına gelmesi şaşırtıcı değil.
Bölgesel krizler Türkiye-Yunanistan ilişkisinde krizsizlik arzusunu getirdi
Geçtiğimiz hafta AB bürokrasisinin müşterek Türkiye raporunda verilen mesaja değinmiştik: Türkiye’nin adaylık statüsü ile ilgili yerinde sayma devam etse de (ya da sonuç ne olursa olsun) Brüksel Ankara ile angajman ve krizsiz bir dönem istediği mesajını veriyordu. Dolayısıyla jeopolitik çerçevede Batı’nın Yunanistan politikası değişmese de bölgesel değişiklikler (Batı destekli Doğu Akdeniz eksenlerinin kalesi olarak görülen İsrail’in önce vurulması, o günden bugüne de başının dertte olması, Karadeniz’in batısında Ukrayna karşı saldırısının başarısız olması, ABD’nin uzun bir süre bizzat Gazze ve ötesinde dengeleri tekrar kurmak işi ile meşgul olacağı günlerin gelmesi, en azından diplomatik cephede İsrail’e koşulsuz destek yanlılarının yalnızlaşması vb) bu politikayı açıktan Türkiye karşıtı bir renge büründürmenin AB açısından da ABD açısından da faydası kalmadı. Bu nedenle Atina Bildirgesi -başta da dediğimiz gibi bir anlaşma değil iyi niyet beyanı olarak- ikili ilişkilerde ortak ilgi alanlarında istikşafı görüşmelerin yapılmasını, yani diyalog kanallarının sürekli açık tutulmasını önceleyerek uluslararası topluma artık iki ülke arasında kriz ikliminin olmayacağını duyurdu. Taraflar tırmandırıcı, gerilimi artırıcı beyanlardan uzak duracaklar ve aralarındaki ikili sorunları barışçıl çözüm yolları ile sonuca ulaştırmaya çalışacaklar.
Atina Bildirgesi, jestler, olumlu söylem
Klasik güvenlik ikilemini yatıştırmak için güven artırıcı önlemler yolu. Hoş, bu yol Türkiye tarafından uzun bir süredir öneriliyordu, zaman zaman iki ulus için de önemli günlerde ya da turizm mevsiminde tatbikatların yapılmaması gibi bazı diplomatik adımlara karşılıklı olarak baş vuruluyordu da. Bahsettik Erdoğan, Miçotakis ile iplerin son gerilmesinden önce ikili sorunları ikili zeminde çözelim önerisini getirmiş, anlaşılan kabul görmüş, ama daha sonra Miçotakis’in olaylı ABD ziyareti gerçekleşmiş, ipler yine gerilmişti. Şimdi seçimleri atlatan iki hükümet bölgesel krizler vuku bulurken riskleri azaltmaya, kazançları artırmaya odaklanıyor ve bazı jestlerin Atina tarafından yapılması, Brüksel’in Türkiye ile angajman temalı bir rapor hazırlaması bu diyalog için kolaylaştırıcı olmuş gözüküyor. Adalar-vize jesti kamuoyunda çok konuşuluyor- bunun nedeni zaten Ege’de uzun turizm mevsiminde toplum-toplum ilişkisinin var olması, bu ilişkinin iki taraf için de ekonomik bir yönünün olması. Ama meselenin Brüksel’in müşterek raporuna yansıyan Türk vatandaşlarına yönelik vize rejiminde kolaylaştırma ile ilgili bir boyutu da var. Nitekim Miçotakis yaptığı konuşmada bunu ima etti ve vize kolaylaştırmasını desteklediğini söyledi. Müşterek raporun Konsey’den onay alma zorunluluğu, raporda Türkiye-Yunanistan yumuşamasının övülmesi beraber düşünüldüğünde Miçotakis’in AB-Türkiye ilişkilerinde olumlu gündem beklentisi açısından bir jest yaptığı anlaşılıyor. Erdoğan, ortak basın toplantısında Lavrion kampının kapatılmasından memnuniyet duyduğunu iletti. Sayın Cumhurbaşkanı Kathimerini’ye verdiği röportajda Türkiye’nin terörle mücadelesine ve sınır-ötesi operasyonlarına bir şekilde lafı getirerek, Ankara’nın terörle mücadele konusunda kırmızı çizgisinin değişmediğini hatırlatıyor ama diyor Erdoğan, Ankara iyi ilişki kurma yönünde çağrı alırsa bunu da değerlendirir. İki başkentin göç yönetimi, terörle mücadele gibi krizlerde kullanabildikleri hassas konularda iş birliği dışında aslında iyileşmesinden hep memnun olacakları ekonomik ilişkiler var, yönetilecek çevresel doğal riskler var, süregiden enerji iş birliği var. Sayın Erdoğan, zaten, Atina dönüşü uçakta doğal gaz alışverişi ile açılmış yolu nükleer enerji iş birliği ile geliştirmekten bahsediyor. Doğu Akdeniz Konferansı önerisini -ki ortaya Türkiye bu öneriyi atalı neredeyse 3 yıl oldu- tekrarlıyor. Kathimerini’ye verdiği röportajda da Kıbrıs sorununa çözüm bulununcaya kadar KKTC’nin daha önce önerisi olan rezervlerin ortak üretimi ve gelirin paylaşımı önerisini desteklediğini söylemişti. Kısaca Ankara, ben zaten kriz yönetimi, kazan-kazan, de-eskalasyon noktasındaydım, Atina (ve tabi Brüksel’in) bu noktaya gelmesi iyi oldu diyor.
Değişmeyen ne?
Tüm bu olumlu gündem söylemi içerisinde iki hususu hatırlamamız önemli. Öncelikle taraflar arasında sorunlara farklı bakış, sorunları ve barışçıl çözüm yollarından ne kastedildiğini farklı yorumlama devam ediyor. Basın toplantısında taraflar Kıbrıs sorunu ve azınlıklar meselesini farklı çerçevede yorumlamaya devam ettiler. Erdoğan’ın sorunları ayrı ayrı görüşmemizin anlamı yok, hepsi birbirine bağlı, bir paket içerisinde uyarısı da dikkate alındığında olumlu gündemin esas ifade ettiği şeyin Ankara’nın kırmızı çizgilerinde bir değişimi değil krizsizlik beklentisi ve bu beklentinin Türkiye-AB ilişkilerinde olumlu yansıma bulması olduğu anlaşılıyor. Ayrıca, krizsiz bir stratejik çevre beklentisi Türkiye’nin ikili ilişkilerde daha az caydırıcı söylem ve eylemlere başvurması demek olduğu açık. Ancak, ikili ilişkilerden bağımsız bölge, bölgeler (Akdeniz-Karadeniz) krizli bölgeler, yani Ankara’nın caydırıcılığa yatırım yapmayı durdurması, sadece düzelen Türkiye-Yunanistan ilişkileri nedeniyle beklenemez. Dolayısıyla Türkiye caydırıcılığının maliyetini -özellikle Türkiye-Batı ilişkilerinde- düşürme fırsatı yakaladığında bunu değerlendiriyor.