~ En çok sevdiğim de odur, Ciğerdelen.
- Niçin en çok sevdiniz?
Safiye hanım manalı bir gülümseyişle elini göğsüne götürerek…
~ Deldi… Deldi de ondan, diyor ve ilave ediyor:
Bunu yazarken on iki kilo kaybettim. İki defa bayıldım. Bitirdikten sonra hasta yattım.
- Niçin?
~ Feylosof Niezsche’nin bir sözü vardır: “Büyük eserler müelliflerinden intikam alırlar"
*****
“… bir yandan başı cemiyet nizamına bağlı, bir yandan da aynı başın aynı nizamları mızrak mızrak delip ölçülerin ve sınırların dışına fırlamış…” Keşanlı Bektaşi dervişi bir hatunun kızının, müellifini göğsünün ortasından delip ortaya çıkardığı kitaptır Ciğerdelen.
'Ben bir eserimde bir aşk hicranını tarif ederken o hicranı bütün Şark kadınları namına yaşadım.' gibi bir özümseme ve özümsenmenin kitabıdır.
*****
Turhan. Almanya’dan memleketine mimar yetişip dönen delikanlı. 40’larda, güzeller güzeli Cangüzel’e doğru akan aşkın içinden seslenir.
Sonra Cangüzel alır kalemi eline, satır satır, sınır boylarını anlatan Osmanlı söylencesi ile başka bir coğrafyaya uzanır. Sevdiğinin aklının, ruhunun, eksiğini gediğini gidermek ister gibidir. Seni sevdim, başkasını da sevmek istemem, gel güzelleş der gibidir. Hikayeleri ile onarır.
Macaristan’ın Ciğerdelen kalesi civarından 16. ve 17. yüzyıla ait bu hikayelerde Türklerin destansı mücadelesini anlatır. Zihninizi metaforlar ve analojiler üreterek genişletir. Masal ve masaldan devşirmen gerekenler, yan yana ilerler. Safiye Erol bu kabiliyeti ile metinleri okuyanın seviyesi ve donanımına göre yazdıklarının anlamını değiştirir ve derinleştirir. Herkese anlatacak başka bir derdi vardır; herkesin çanağının aldığınca.
Ortak özellikleri, güçlü kişilikler olmaları olan diğer kahramanlar, alt hikayelerin mitinde böylece salınırken, Sinan-Zühre aşkı da bu masalsılıktan payını alır.
*****
Canigüzel’in kaleminde pişen hikayelerden hasta yatağında bir kase şifa niyetine içen Turhan “Bütün batı ülkelerini adım adım dolaştım, ne zenginlikler, ne mamureler gördüm, kasabam onların yanında saray önüne kurulmuş çerge (çadır) bile değildir. Fakat ben hiçbir yerde ayağımı burada bastığım gibi basamam. Yürüdükçe toprak altındaki tabanıma doğru filiz saldığını duyuyorum.” deme noktasına yükselttiği, dumanı üzerinde memleket sevgisiyle salkım salkım büyürken; tıpkı Dineyri Papazı’nda olduğu gibi “sınır kişilik” bir psikozun içinde Narsist kişiliğin zirvesindedir de “aşk” içeren yanlarında.
Cangüzel’in sevgisi yine pırıl pırıl ve sabırlı. Tüm Safiye Erol kadınları gibi derdinden bilenen, bilendikçe parlayan. İki yüzü kesen bıçak; karanlığın karnını deşerek doğulan acı ile yaratıcıya uzanan.
*****
Yazar tüm eserlerinde olduğu gibi Ciğerdelen’de de; hayatın, insanın, aşkın orta yerinden yazmaktadır; mutlak iyi ve mutlak kötüleri olmayan, yaşadığımız hayata en yakın yerinden topladıklarından...
Örneklersek;
Kendisine, lüzumundan fazlaca tahammüllü bir aşk ile bağlı kadının hikayelerinden, özünde, kültüründe yükselen Turhan “Transformatör; insanların ancak Azrâil’le yüz yüze gelince harcamaya râzı oldukları gizli hazîne, son ümitsizlik için sakladıkları tek fişekle bir avuç barut, son sığınak, son dayanaktır. Ölüm dirim savaşında kaçınılmaz bir yenilgenliğin karşısında kalınca varlığımızın dibindeki kutsal tortuyu da cenge sürer, transformatörü işletmeye başlarız” diye transformatörün içini doldururken; Cangüzel, “Serhatli” dediği paşası Atatürk için “Serhatli rûhu milletin başından eksik olmasın. Transformatörden bahsediyordun. Düşündüm ki Atatürk de Türk milletinin karar gününde işlemeye koyulan transformatördü.” der.
Ne de güzel bir yoldur bu orta ve Cangüzel’in izleği. Bu ülkenin toprağını, Ata’sını, tasavvufunu, amelini, medeniyetini, geleceğini, evvelini, ancak ve ancak birbirinden ayrı insanların sevebileceğini 100 yıldır dikte etmeye çalışanlara inat, ne güzeldir! Ne güzel bir kadın geçmiştir bu coğrafyadan.
“ORTA KAT”;
Turhan ve Cangüzel’in sonunda evlendiği ve “orta kat” da oturduğu yerin değeri de bu bağlamda bu kitabın en değerli izleğidir, en azından bana göre. 7 peçenin 7 nefis mertebesine atfı ya da aşkla yanarak arınma yolu çok başarılı ifade edilmiş olmakla beraber, belki mistik temayüllerle barışmayan zihnimden mülhem böyle titretmedi içimi. Hatta kuvvetli üslup ve özellikle mekanı kavrama gücünün –Tanpınar’ı tenzih ederek- belki eşi benzeri yoktur Türk edebiyatında desem abartmış olmam. Tarihselliği keza. Ama “orta kat” başka; “orta kat” üzerine medeniyet inşa edilecek bir analoji bu noktada!
“İnsanlar yaşayabilmek için tabiata aykırı yasalar kurduktan sonra işledikleri günahı unutturmak ve “Bak biz senden büsbütün yüz çevirmiş değiliz; içimizde hala sana kulluk edenler var.” demek ister gibi arada bir kurban keserler. Ölçülü biçili topluluk yasaları içinde büsbütün cüceleşmekten korkarak derinden gelen bir dürtülüş gücüyle peygamberler, dâhiler, aşıklar çıkarırlar. Bunlar, omuzlarına aldıkları müthiş acılar pahasına köklere kadar iner, süzdükleri usareyi dallar budaklar kurumasın diye tekrar yukarılara taşırlar.” diyerek, samimi bir tonda yazarın da altını çizdiği gibi; “insan” muammasının çözülemeden insanlığın sona ereceğine inanıyorum bende. Ve hiçbir tarafın karşı tarafında köşelerimle dinleyici ya da konuşmacı olmayı tercih etmedim. Ve bunu her daim ifade derdimden olsa gerek; bu, hayatla ölüm arası dediği “orta kat”, bu kitaptan avucuma dökülen güneştir.
Çünkü bu “orta kat”;
Hem kendisinden ayrılan ve hem kendisine varılandır.
“…yedi kat göklere çıktık. Fakat cennetin bayıltıcı nur kaynaşmasında erimedik. Yedi kat yerin dibine geçtik, kanlı çekiler baskısında çürümedik. Katıksız öz mayamız varmış, geri döndük. Orta kata yerleşmeye geliyoruz. Bizden, uzak diyarlar kokusunu alan orta katlılar yadırgar gibi duruyorlar... Halbuki orta katı çok iyi anlayanlar, oradan hiç ayrılmamış olanlar değil, altında üstünde ne bulunduğunu gönülleriyle deneyip yaşamış olanlardır”