Dünyâ edebiyatında nice isim, cennet arayışını yazılarına konu etmiştir.
Baştan söyleyeyim ki, bu yazının içeriğinin ibâdetlere, sevaplara, günahlara, helâllere, haramlara klâsik yaklaşımla hiç alâkası yoktur. O yaklaşımı bâzı ilâhiyatçılarımız ve kendini Allah adına bile ahkâm kesecek kadar yetkili zannedenler fazlasıyla yapıyor. Varsın birileri sevap-günah muhasebeliğini yaparak ulaşılan sonucu dindarlık ve Müslümanlık zannetsin. Necdet Subaşı hocamızın bulduğu tâbirle “din yorgunu” hâline gelmemize sebep olan bu yaklaşımla bir yere gidilip gidilemeyeceği karârını sizlerin takdirine bırakıyorum.
Gelelim sadede. Dünyâ edebiyatında nice isim, cennet arayışını yazılarına konu etmiştir. John Milton’un “Kayıp Cenneti”nden (Paradise Lost) Sezâi Karakoç’un “Yitik Cenneti”ne kadar birçok edebî eserin konusu cennet ve cennet arayışıdır. Semâvî dinlerin âhiret hayâtı için sunduğu iki seçenekten biri olan cennet ile ilgili türlü yorum ve anlayışlar vardır. Kutsal kitaplara referans ile desteklenen bu anlatımlarda mutlak iyiliğe ve güzelliğe ulaşılan ve kötülüğün olmadığı, her isteğin gerçekleştiği cennet tasavvuru vardır.
Diğer taraftan birçok mutasavvıf ve kelâmcı, âhiret hayâtında yâni öldükten sonra hazır bulacağımız bir cenneti değil de, cennetin dünyâda yaptıklarımızla inşa edildiğini anlatır. Dünyâda cenneti bulmakla âhirette cennete girmenin benzer şeyler olduğunu söylerler. Örneğin Ken’an Rifâi “Nutk-u Şerif” başlıklı şiirinde bu konuyu şöyle ifâde eder:
Hak sûretidir âlem-i imkân ile Âdem
Bundan güzeli nerede ki, cennette mi sandın?
Her yer ne güzel menba-i hüsn, insan güzeli;
Sen de bu cemâli, hûri gilmanda mı sandın?
Her yerde, fakat ârifin kalbindedir Allah.
Yoksa sen onu arz-u semâvâtta mı sandın?
Dünya diyerek geçme sakın, buradadır her şey.
Mizân ü Sırât’ı, mutlaka orda mı sandın?
Cennet-ü düzah, gamm ü sürûr, zulmet ile nûr;
Yaptıklarının gölgesi, hâriçte mi sandın?
Bilgin sana kıymet, talebin neyse, o’sun sen;
İnsanlığı sâde yiyip içmekte mi sandın?
Hâlin neyse, müşteri sen oldun o hâle.
Noksânı meğer, Adl-i İlâhî’de mi sandın?
Fikrim bu benim, virdim ise her lahzâda “âh!”
Sen âh-ı ateş-sûzumu, beyhûde mi sandın?
Yeniler her âh ile Kenân, Ahd-i Elest’i
Âhım acaba nefha-yı hâbide mi sandın?
Dünyâda bulunan cennetler
Dünyâda cenneti bulmak, daha çok duygusal ve kişisel boyutta huzûru bulmak olarak anlaşılabilir. Ama fizikî olarak “cennet gibi” dediğimiz yerler neden vardır? Ve biz bu “cennet gibi” yerleri bulunca ne yapıyoruz? Dünyâdaki cennetleri ne hâle getiriyoruz? Dünyâda bulduğumuz “cennet gibi” yerlere muamelemiz, âhirette cenneti bulmaya lâyık olup olmadığımızın bir delili olabilir mi? Cennetimizi dünyâda inşa etmeye başlamak bir yana, var olan cennetleri cehenneme çevirenlere ne demeli?
Tamâmen fizikî ve somut şeylerden bahsediyorum. Yeryüzündeki cennetleri cehenneme çeviriyorsak, âhirette cenneti istemek için yüzümüz olur mu? Sâdece resmî ibâdetleri yapıp çevremizi cehenneme çeviriyorsak, etrâfımızdakilere cehennem azâbı yaşatıyorsak, âhirette hangi cennette kimlerle olabiliriz? Dünya âhiretin tarlası ise, burada hangi tohumları ekiyoruz?
Kelime-i şehâdet getirince, er ya da geç mutlaka cennete gireceğini düşünenlerin dünyâdaki cennet gibi yerleri çöplüğe döndürmelerini anlamakta zorluk çekiyorum. Bu yerlerde başka insanların ve diğer canlıların da hakkı olduğunu, oralarda yaşayan hayvan ve bitkilerin deoraların gerçek sâkinleri olduğunu bilerek hareket etmek çok mu zor?!
Dünya cehennemi
Alternatifi olmayan bir gezegende yaşayıp onu neredeyse yaşanmaz hâle getiren şeyleri yapan tek canlı türüyüz. Bir canlı türü olarak varlığımızın son bulması ve türümüzün yok olması dünyâdaki biyolojik hayâtın devâmını için hiçbir eksiklik oluşturmayacaktır. Bu konuda arılar en önemli rolü oynayan canlıların başında gelirken, kendini dünyânın efendisi zanneden insanoğlunun sıralamada yeri bulunmamaktadır. Eldeki bilimsel bulgular, insanoğlunun ortaya çıkmasından önceki dönemde dünyânın “cennet gibi” değil “âdeta cennet” olduğunu düşünmemizi sağlamaktadır.
Belki bâzılarımızın aklına patlayan yanardağlar, sel ve çığ olayları, tufanlar, buzul çağları ve depremler gelebilir. Benzer şey hâlâ vardır ve olmaktadır. Ancak bu olayların “felâket” diye adlandırılmasının sebebi, biz insanoğlunun bu doğa olaylarını yok farz edilerek ve tabiat kanunları hiçe sayılarak yaşamasıdır. Örneğin çok şiddetli ve uzun süren bir depremden sonra, hiçbir bina yıkılmasa ve can kaybı olmasa, o deprem “felâket” olarak tanımlanmaz. Ama yüzlerce binâ yıkılırsa ve binlerce can kaybı olursa “felâket” denir. Peki biz insanlar neden depreme dayanıklı evler yapma konusunda ihmâlkâr oluyoruz? Uyarılara kulak asmıyoruz ve hatta kanunları çiğniyoruz. Bir bina sağlam yapıldığında bizim huzur bulacağımız "yuva" olacakken, malzemeden çalınarak yapıldığı için bize "mezar" olabiliyor.
Cennetin gölgesi, cehennemin odunu
Cennetin yeşilliklerle örtülü, cehennemin ise ateşlerden oluşan bir yer olduğu anlatılır. Ken’an Rifâî’nin yukarıdaki şiirinde anlatıldığı gibi, aslında dünyâda diktiğimiz bir ağaç cennette gölgesinde oturacağımız ağaç olurken, kasten ve tamâmen dünyâ hırsıyla kestiğimiz bir ağaç ise cehennemdeki ateşimizin odunu olabilir. Biz Müslümanlar dini sâdece ibâdet; ibâdeti sâdece namaz; namazı da sâdece câmide yapılan bir şey olarak düşünürsek, tıpkı Hristiyanlığın kiliseye hapsedilmesi gibi, kendi dinimizi de dört duvar arasında hapsetmiş oluruz. Oysa “din” kelimesi “medeniyet” kelimesiyle aynı etimolojik kökten gelir. Medeniyet ise farklılıkların uyum içinde, çoğulculuk anlayış ile yaşanmasıyla mümkündür. Bu çoğulculukta sâdece biz insanların değil, parçası olduğumuz tabiattaki diğer bütün canlılar yeri vardır.