Yeni bilimsel teorilere göre, kültürlerin çatışmasının bazı zorluklarımız nedeniyle değil ancak onların sonuçları nedeniyle olduğunu söyleniyor.
Yeni bilimsel teorilere göre, kültürlerin çatışmasının bazı zorluklarımız nedeniyle değil ancak onların sonuçları nedeniyle olduğunu söyleniyor. Karşılaşılan zorlukları şöyle özetlemek mümkün; küresel tatlı su azlığı, iklim değişikliği, doğal çevrenin gittikçe yok edilmesi, az gelişmiş ülkelerdeki hızlı nüfus artışı, gıda ve ham maddelerin azalması, aşırı silahlanma eğilimleri, hızlı teknolojik değişimlerin karşısında az gelişmişlerin çaresizliği ve insanların açgözlülüğü. Bu tehlikeli olarak nitelenen eğilimlerin nedeni, yarattığımız medeniyet. Bugünkü medeniyetin getirdiği karmaşa karşısında algılarımızın, yani insan zihninin aynı hızla gelişememesi. Bu karmaşık medeni sistemin çözülmesi gereken sorunlarını eski basit yöntemlerle yarım yamalak çözmeye çalışmak, sorunların birikerek çözülemez hale gelmelerine yol açıyor. Çevremizdeki gelişmeler geometrik olarak gelişirken insan beyni bu karmaşık gelişmelere yetişemeyip eski bilgisiyle cevap verince medeniyetler, imparatorluklar, devletler nedenini anlamadan çöküyor. Nörobilimciler (sinir sistemlerimizle uğraşanlar) yaratılan karmaşık medeniyetin beynimizin biyolojik kapasitesini aştığını söylüyorlar. Örneğin, Roma İmparatorluğu döneminin en ileri medeniyetini kurmuş olan bir imparatorluktu. Romalılar, sanat, bilim, sağlık, felsefe ve bugün dahi okunan hukuk konularında, üstün bir medeniyet kurmuşlardı. En gelişmiş askeri sistemle savaşmışlardı. Bugün Akdeniz bölgesinde antik kalıntıları hayranlıkla seyredilen bu ileri imparatorluk, bölündü, çöktü ve ortadan kayboldu. Roma’nın çöküşünü irdeleyen yazarlar; barbarların orduya alınması, ordunun zayıflaması, yanlış ekonomik kararlar, sürekli kuraklık nedeniyle gıda azlığını ve şehirlerden göç edilmesini ileri sürüyorlar. Oysa çok daha önceleri çöküş başlamış artan nüfus beslenemez bir duruma gelmişti. Tabii ki Romalılar kuraklığı önlemek için barajlar, şehirlere su getiren kemerler yapmışlardı. Bu yapılanmalar sorunları çözemeyince, Romalılar yeni gıda alanları için komşularını işgal etmek ve sürekli savaşmak zorunda kaldılar. Sorunlarını bir türlü çözemeyen Romalılar kendilerinin üstün bir ırk olduğuna inandılar, Roma tanrılarına adaklarını artırdılar, askeri güçleri kendi insanlarına eziyet etmeye yöneldi, kölelere fazla önem verdiler, zevk, eğlence hayatı ve yolsuzluklar büyüdü. Üstün ırka karşı diğer ırkların savaşamayacağına inandılar. Hunların saldırısından çok önce sorunlarını çözemeyen Roma zaten çökmüştü. Tarihte aynı karmaşık yapıları kurmuş olan Maya Medeniyeti, İspanyol İmparatorluğu, Fransız İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, yakın zamanda bir ada üzerinde, İskoç, İngiliz, İrlanda, Galler olarak dörde bölünmeye hazır bir zamanların güneş batmayan İngiliz İmparatorluğu dahil, toplumlar siyasal olgunluklarına, zenginliklerine, zekalarına, ırklarına ve ulusal yapılarına bakılmaksızın aynı paternler içinde çöktüler? Bugünkü çok yeni bir yaklaşımda sorulan soru acaba insan organizmasının yetersizliği kendi kurduğu yapıların geometrik olarak artan karmaşıklığını çözmeye yetip yetmemesi üzerine.
Bu soruya verilen cevap insan biyolojisinin ağır değişimiyle toplumun hızlı değişimi sonucu ortaya çıkan sorunları anlaşılamaması sonucu gelişmelerin durması. Bu yüzden tarih kitaplarımızda imparatorlukların duraklama çağından bahsediliyor. Toplum artık düşünemez hale geliyor, yani algılama kapasitesinin sonuna geliyor. Bu dönemden sonra çöküş başlıyor.
Çöküşün diğer bir nedeni, toplumun kilitlenmesi. İmparatorluk veya devlet daha önce çözdüğü daha küçük ve daha basit sorunlarda kullandığı metotları daha karmaşık sorunları çözmekte kullanınca sorunları çözemiyor. Toplumlar müşterek kaynaklarını, zekalarını ve teknolojilerini birlikte kullanarak sorunlarını çözecekleri yerde bazı gelişmeleri basit yollardan çözerek sorunları atlattıklarını zannediyorlar. Böylece sorunlar, yeni gelen nesiller üzerine, yeni gelişen sorunlar ile birlikte yükleniyor.
Sorunlar daha büyüyünce insanoğlu inançlarını bilgi ve gerçeklere tercih ediyor. Doğal olarak insan organizmasının hem inançlara hem de bilgiye gereksinme duyduğu biliniyor. Uzun yıllar nüfusu artan ve sürekli kuraklık nedeniyle gıda sıkıntısı çeken Mayalar sorunlarına çare bulamayınca yaptıkları mabetler üzerinde tanrılara kendi insanlarını kurban ediyorlar. Tarih boyunca sorunlara çözüm bulunmayınca inançlarına sarılıyorlar. Sıkıntılı zamanlarda bilgi elde edilmesi güç olan bir olay. Bilgi için karmaşık algılama süreçleri, araştırma, öğrenme, analiz, sentez, karar verme, yargı gerekiyor. Aynı zamanda bilgi için tekrarlama, uygulama, yorumlama ve gözlemleme gerekiyor. İleri toplumlarda inanç ve bilim yan yana birlikte gelişiyor. Ancak toplumda çözüm bulamayıp kilitlenme olup gerçekleri inançla örtme sürecine girildiğinde çöküş başlıyor. Örneğin,Fatih’in orduları Bizans surlarını döverken Bizanslı rahipler meleklerin erkek veya dişi olduğu üzerinde tartışmalar yapıyorlardı.
Amerika’nın çöküş başlangıcı
Şimdi daha yakın zamanlara gelelim. İçindeki değişik lobiler nedeniyle sürekli savaşlara giren Amerikan rejimi ilk sarsıntısını Vietnam savaşıyla yaşadı. Vietnam savaşı Amerika için bir travma yarattı. Sosyal yapısında değişiklikler yaşadı. Hippiler gibi gruplar ortaya çıktı ülke içinde ayaklanmalar oldu.1972 yılında Kissinger’in Çin’le anlaşması sayesinde savaş sona erdi.
Vietnam savaşı Amerikan gençliğinin ruhuna etki ettiği gibi II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurduğu ekonomik sistemi de sarstı. Savaşın temel nedeni güya komünizmin Asya’da yayılmasını önlemekti. Vietnamlılar milliyetçiydiler ve bağımsızlık için savaşıyorlardı. Sonraları yardım aldıkları Mao’nun Çin’iyle de savaştılar. Savaşın nedeni serbest piyasa ekonomisi ve kendi anladıkları demokratik sistemi dünyaya yaymak isteyen büyük Amerikan sermayesiydi.
Amerika için ikinci büyük travma, İsrail lobisinin siyasal sistemine dayattığı Ortadoğu politikaları ile başladı. Amerika’nın Ortadoğu’da yaptığı rejim değişiklikleri, İsrail’in karşısındaki Arap devletleri bloğunu dağıtmak için yaptığı askeri müdahaleler, nihayet 2001 yılında kendi ülkesine sıçradı New York ve Washington terör saldırılarına uğradı. Amerika peşinden Afganistan’a ve Irak’a bir takım yalan ifadelere dayanarak saldırınca o zamana kadar uluslararası alanda sürdürdüğü moral üstünlüğü kaybetmeğe başlamıştır. Ortadoğu revizyon planları 2010’lardan sonra da devam edince Müslüman dünyadan yapılan göçler Amerika’nın doğal müttefiki olan Batı Avrupa’nın zor durumda kalmasına ve aşırı ulusalcı siyasi yapıların ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Amerika, Ortadoğu’dan Asya ve Afrika’daki Müslüman halklar üzerine yürüttüğü çatışma politikaları, dünya üzerinde 800’e yakın üslere yaptığı harcamalar nedeniyle 2008 yılında ekonomik çıkmaza girmiştir. Bir Amerikalı ekonomistin yaptığı analize göre bütün Amerikan ekonomisi tepeden aşağı düşüşe girmiştir. Kredilerin geri dönmemesi nedeniyle tehlikeli bir resesyona girilmiştir. Sermaye piyasası, emlak piyasaları büyük bir sarsıntı geçirmiştir. Yüzlerce Amerikalı işlerini kaybetmiştir, ev sahipleri kredilerini ödeyemedikleri için evlerini kaybetmişlerdir. Banka sisteminin başkenti Wall Street baskınlara uğramıştır. İşin kötü yanı Amerika endüstrileşmiş devletlerin ekonomilerini de aşağı çekmiştir.
Bu çöküşün nedenini iyi yönetilmeyen büyük şirket yöneticilerinin üzerine yıkan, bankaların kredi verme koşullarını eleştiren Amerika boş yere yaptığı askeri harcamaları irdelemeyi bir türlü göz önüne almamıştır. Belki de Amerikan mali sisteminde etkili olan İsrail taraftarı lobi elinde tuttuğu Amerikan medyası ile bu gerçeğin su yüzüne çıkmasını önlemiştir. Amerika sorunlarının gerçek boyutlarını bir türlü görememiş ve Ortadoğu’da kendisini yıpratan politikalara devam etmiştir. Amerikan zihniyetinin kitlendiği ikinci nokta, kışkırttığı terör hareketlerinin nedenlerini ortaya koyup yeni çözüm üretmek yerine sorunu basitleştirerek diğer ulusların eylemlerinin sonucunu tek bir aktöre bağlayarak, bazı liderlerin ortadan kaldırılmasıyla uluslararası çatışmaların ortadan kalkacağını sanması oldu. Kendi yarattığı ve sonradan kendisine saldıran El Kaide lideri Usame Bin Ladin’in öldürülmesiyle siyasal terör olaylarının biteceğini farz etttiler veya kendi kamu oylarını aldatmak için böyle bir simge yarattılar. Artık bilindiği gibi DEAŞ’ı da yaratan Amerika’ydı ve son gelişmeler sonucu çöken DEAŞ’ı bu defa Suriye muhalefeti olarak canlandırmaya çalışanlar da gene kendileri oldu. Amerika, günümüzde de bazı ulusların nükleer silahlara sahip olma isteğinin arkasına ne yattığını araştırmadan Kuzey Kore’nin nükleer programı ve füze yapımı üzerinde baskı kurarak bu tür gelişmeleri durduracağını ve Çin’i korkutacağını zannetmektedir. Böylece Amerikan liderleri tek boyutlu çözümler ile uğraşarak, birbirlerini itham ederek sistemin kilitlenmesini geçici olarak çözmeye çalışmışlardır. Liderlerin biyolojik kapasiteleri karmaşık dünya sistemi sorunlarına çözme konusunda yeterli olamamıştır. Bir yazarın belirttiği gibi bu onların hatası değildir. İzlenen ekonomik politikalar, aşırı askeri harcamalar ve sürekli savaş sürecinde kalma sonucu Amerikan orta sınıfı zayıflamış ve orta sınıf içinde kendisini Amerika’nın sahibi gören beyazların sosyal yapısı aşağı çekilmiştir. Sorunun çözümü gene basit bir yaklaşımla ele alınmış, Amerika’yı bir numaralı ülke yapacağını söyleyen Trump Amerikan cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir. Trump, askeri harcamaları arttırarak, zenginlere vergi imtiyazları getirerek, Amerika dışına çıkan Amerikan yatırımlarını içeri çekerek, müttefiklerini fırçalayarak, rakiplerini tehdit ederek, Amerika’yı eski büyüklüğüne kavuşturmaya çalışmıştır. Amerikalılar, Romalılar gibi kendilerini gerekli ulus, vazgeçilmez ulus olarak görmüşlerdir. Kendi demokrasilerinin ve ekonomik formüllerinin her ulus için geçerli olacağını sanmışlardır. Kendisinin yargılanma olasılığı karşısında Amerikan Kongresi’ndeki İsrail lobisi taraftarlarını yanına çekmek için 22 senedir bekleyen Kudüs’ün İsrail’in başkenti olma yasasını imzalamasından sonra uluslararası toplumun tam 128 oyla Amerika’nın bu tutumunu kabul etmemesi bir zamanların hayranlık duyulan ülkesinin düştüğü durumu göstermektedir. Bundan sonra bazı devletlerle girişebileceği uzun süreli ve çok tehlikeli bir savaş çöküşün tamamlayıcısı olacaktır.
Sovyetlerin Çöküşü ve Toparlanma Çabaları
1956 yılında Sputnik’le Amerika’yı şaşırtan ve teknolojik bir sıçrama yapan Sovyetler kendi içindeki sistemin yanlış işlemesi sonucu rejimini vatandaşlarına karşı bir baskı rejimine dönüştürdüğü gibi pençelerinin altında tuttuğu diğer Doğu Avrupa Devletlerini de baskısı altında tutmuştur. Sınıfsız toplum iddiasıyla ortaya çıkan bir rejim kendi bürokrasisinin yarattığı yeni bir imtiyazlı kesimin yolsuzluğu, yetersizliği yüzünden sarsıntılar geçirmeye başlamıştır. Sovyetlerin askeri teknolojisi hızla gelişirken halkın tüketimi, beslenmesi ve refahını sağlayacak alanlar gerilemiştir. Hızlı silahlanma yarışına bir de Afganistan’daki askeri harcamalar eklenince durum epeyi sarsılmıştır. Amerika’nın 1960’larda başlattığı teknoloji gelişmesine ayak uyduramayan Sovyetlerin yeni lideri Gorbaçev,1986 yılında Reykavik’te Amerikan başkanı Ronald Reagan’la yaptığı görüşmesinden sonra, Sovyetlerin sorunlarının çözülmesi için, ‘yeniden yapılanma ve açıklık’ politikasını başlatınca ‘açıklık’ içinde ortaya çıkan talepleri karşılayamayan Sovyetler Birliği sistemi parçalanarak çökmüştür(1991). Uydu devletler merkezden kaç gücüyle birer birer bağımsızlıklarını kazanmışlardır.
Afganistan savaşlarından sonra Sovyet Rusya’yı yıpratan ikinci bir çatışma alanı, Kafkaslardaki Çeçen ayaklanmasıdır. Kafkas Müslümanlarının ayaklanması ve Batı’dan destek almaları, Rusya’nın korkutan rüyasıdır. Çeçen savaşlarına destek Amerika ve Suudiler adına Usame Bin Ladin olmuştur. Kafkaslardan başlayarak Volga nehri boyunca Türk-Müslüman boylarının varlığı bu dönemde Rusya’nın güvenliği için önemli bir sorun oluşturmuştur. Sovyet modernizasyonunu başlatan Gorbaçev’in sistemdeki başarısızlıklar nedeniyle sorduğu ‘Amerika bize neden yardım etmiyor?’ sorusu tarihe geçmiştir. Yeltsin’den sonra iş başına gelen Putin sert tutumuyla Rusya Federasyonu adını alan devleti yeniden toparlayabilmiştir. Belki de Putin’in başarısındaki sır, yeterli ekonomik kaynakları olmaksızın demokrasi deneyimine giren devletlerdeki bu yetersizlik nedeniyle ülke içinde meydana gelen bölünme ve çatışmaları görebilmiş olmasıdır. Putin döneminde Batı’nın çeşitli baskılarına karşın şanslı olduğu gelişmelerde olmuştur. Bunlardan birincisi iklim değişikliği ile Arktik bölgedeki buzların erimesi sonucu olarak yeni petrol ve gaz alanlarının bulunması ve Sibirya topraklarının gelecek 10 yılda daha verimli tarım sahalarına dönüşmesidir. İkinci şansı ise Trump’ın Amerika cumhurbaşkanı olmasıdır. Siyaseti sırf ticaret olarak algılayan bir algılama yapısı Rusya’nın önünü açmıştır. Üçüncü gelişme, Çin’in yükselerek Rusya ile müttefik olmasıdır. Şanghay Birliği, Batı karşısında kendi kurumlarını kurarak rekabet gücünü arttırmıştır. Nihayet, Türkiye’nin 2015’te tekrar Rusya ile ilişkilerini geliştirmesi hem Türkiye’yi hem Rusya’yı şimdilik rahatlatmış gözükmektedir. Trump’ın Kudüs konusundaki kararıyla Rusya’nın Ukrayna’daki izlediği politika ve Kırım’ın referandum sonucu Rusya’ya katılımı uluslararası toplumun gözü önünde geri plana düşmüştür.
Rusya şimdilik yitirdiği gücüne yakın bir duruma gelmiş gözükmektedir. Ancak, halkının refahı, Batı’yla giriştiği askeri-teknoloji yarışmaları yanında sivil teknolojileri üretmesine bağlı gözükmektedir. Rusya, Putin sonrası ülke içindeki merkez kaç eğilimlerini, içindeki Müslüman halklarla ilişkileri, yavaş yavaş Çin’den kendi topraklarına gelen göçü, kendi nüfus artışının durağanlığı gibi karmaşık sorunları, çok yönlü, uygulanması gittikçe artarak gelişen yöntemlerle çözemezse, Moskova ve St.Petersburg çevresiyle sınırlanmış bir ülke durumuna gelebilecektir.
Çin
En eski medeniyetlerden biri olan Çin uzun zaman imparatorluk olarak yaşadıktan sonra çökmüş ve Batılı devletlerin hegemonyası altına girmiştir. Çin’in silkinmesi Mao liderliğinde olmuştur. Çin, Mao ile birlikte Marksizm ve Leninizm’e kendi kültürünün yansıması olan bir anlayış getirmiştir. Çin’in kalkınması sırasında trajik olaylar yaşadığı görülmüştür.1960’ların başında Sovyetler Birliği’yle çekişmesi sonucunda Sovyetlerden yapılan gıda desteğinin kesilmesi sonucu binlerce Çinlinin hayatını kaybettiği görülmüştür.
Çin komünizminin kurtarma hamlesi, yaşanan açlık felaketlerini sistem yerine eski sosyalist yöneticileri suçlayıp Çin gençliğinin yeni bir hamle yapması şeklinde gelişmiştir. Bu hareket uluslararası literatüre ‘yeni kültür hamlesi’ olarak girmiştir. Bu yenilenme hamlesinin temelini Çin gençliği oluşturmuştur. Çalıştığı için karnı tok olan işçi sınıfı yeni bir devrimin hamlesini yapacak güçte değildir. Okumuş gençlik hem bilinçli hem de henüz çalışmadığı için parasızdır. Bu durumda devrimin liderliğini üniversite gençliği yapacaktır. Çin kültür devriminin yankıları, Asya’dan Amerika’ya Amerika’dan Avrupa’ya ve Türkiye’ye kadar yansımıştır.1972 Kissinger’le Vietnam konusunda bir barış anlaşmasına varıncaya kadar Çin Vietnam’a verdiği destekle Amerika’nın canını epeyi acıtmıştır.
Çin, Mao’dan sonra ikinci silkinmesini Cüce Deng’in yönetimi sırasında gerçekleştirmiştir. Çin, bu dönemde kapitalist ilişkilerin gelişmesine izin vermiştir. Komünist partisinin otoriter yönetimi devam ederken Çin kapitalizmi, hızlı bir ekonomik büyümenin yönlendiricisi olmuştur. Çin, kendi milyarı aşkın bir halk kitlesi için birden, Rusya gibi hem yeniden yapılanma hem de açıklık olamayacağının farkında olmuştur. Bir milyarı aşkın bir nüfusun isteklerini yerine getirmek Rusya’da olduğu taleplerin karşılanamaması sorununu doğurup parçalanmayı getireceğini gayet iyi hesaplamışlardır.
Gittikçe kaliteli ürünler üretmeye başlayan Çin, elde ettiği gelirleri Amerika’dan, Ortadoğu’ya Afrika’ya ve Asya’ya kadar yatırımlar için kullanmıştır. Kendisinin bu türlü gelişmesinde Batı’nın serbest piyasa ekonomisinin rolünün büyük olduğunun farkındadır. Bu yüzden Batı’nın II. Dünya Savaşı sonrası kurduğu ve başat bir durumda bulunduğu bütün ekonomik örgütlerin içinde yer alırken, zaman içinde kendisinin başat bulunduğu alternatif ekonomik örgütleri kurduğu gibi Rusya ile birlikte Şanghay iş birliği örgütünü de kurmuştur. Denizlerde henüz Amerika’yla başa çıkamayacağını bilen Çin, ‘tek yol tek kuşak’ karayolu projesiyle Asya’dan Avrupa’ya bir ekonomik alan yaratmaya girişmiştir.
Çin, Batılı devletlerin yaptığı gibi askeri gücünü artırırken, yumuşak güç olarak adlandırdığımız kendi kültürünü yayma çabalarına girişmiştir. Çin, dilinin kabul görüp gelişmesi için açılan yüzlerce Konfüçyüs kurumları, Çin gıda sistemi, Çin turizmi bunlardan bir kaçı olmuştur. Çin mümkün olduğu kadar uluslararası alışverişlerinde ‘dolar’ yerine yuan’ı kullanmaya da çalışmıştır.
Son on yılda Çin’in ve kalkınmakta olan Batı’yla rekabeti özellikle Batı’nın Anglo-Sakson kısmını rahatsız etmiştir. Anglo-Sakson kısmından, Amerika, Avusturalya, Yeni Zelanda, Kanada ve İngiltere devletleri, söz konusu edilmektedir. Amerika’nın 1990 sonrası Doğu Avrupa ülkelerindeki ayaklanmaları –turuncu devrimler- yönlendiren ve Amerikan Kongresinden giderleri ödenen Demokrasi İçin Ulusal Vakıf’ı, Çin’in Yeni Zelanda, Avustralya gibi ülkelerde etkisini arttırmasını ‘Keskin güç ‘ olarak nitelendirmektedir. Çin’in yatırımlarının etkisiyle bu ülkelerde nüfuz satın almakta ve baskı kurmakta olduğunu ileri sürülmektedir. Gerçekte Çin başta Amerika olmak üzere Batılı ülkelerin diğer ülkelerde insan hakları örgütleri, demokrasi getirme modelleri ile uyguladığı etki yaratma, nüfuz satın alma, diğer ülkelerin basınını denetleme gibi yöntemleri uygulamaktadır. Büyük ekonomik güç durumuna gelen devletlerin hem sert güç olarak adlandırılan askeri güçlerini, hem kültürel sevimlilikleri kabul ettirerek yumuşak güçlerini hem de diğer devletleri denetim altına alarak keskin güçlerini kullanmaları, ekonomik avantajlarını geliştirmek için gereklidir. Bütün dünya tarihi boyunca bu yöntemler değişik adlandırılmalarla zaten uygulanmıştır. 500 milyonluk Anglo-Sakson nüfusu dünya ekonomik, sosyal, politik sistemini denetlerken 1.5 milyarlık Çin’in halkını doyurmak ve tekrar bir çöküntüye uğramamak için aynı gelişmeleri takip edeceğini öngörmek gerekmektedir.
Çin, Güney Çin Denizinde saldırgan bir politika izlemektedir. Çin denizinde bazı suni adalar yaratmakta ve bazı adaların alanlarını genişletmektedir. Öte yandan,1945 yılında Truman tek bir bildirisiyle Amerika’nın kendi kıtasının iki yanında deniz kıyılarını 200 milden fazla uzatan kıta sahanlığının Amerika’ya ait olduğunu belirterek bütün dünya deniz diplerinin paylaşılmasına yol açtığı, açık deniz denen alanların okyanusların ortasına sıkıştığını unutmamak gerekir. Amerika, Japonya’nın silahlanmasına göz yumarak, Vietnam, Hindistan ve Endonezya, Filipinler’i, Tayvan’ı yanına çekerek Çin’i çevrelemesi, bütün bunların yanında Nepal kışkırtmasını, Çin’in Güney Batısındaki Uygur Türklerinin eylemlerini desteklemesini ve Washington’da bir sürgünde Uygur hükümeti kurdurmasını, Çin’in enerjiye ulaşımlarını tıkama çabalarını göz önüne alırsak, bu durumda Çin’inde bir takım karşı hareketlere girişeceğini beklemek gerekmektedir.
Çin’in keskin gücü yeni teknolojiler yaratma çabalarına da yansımaktadır. Elektronikten robotiğe, tabii teknolojiden uzay teknolojisine kadar Çin yoğun bir çalışma içindedir. Sadece Amerikan üniversitelerinde 600’e yakın Çinli öğrenci bulunmakta, bu öğrenciler sosyal bilimlerden çok fen bilimlerinde kendilerini yetiştirmektedirler. Çin’in artan kaliteli ürün üretimi de Batıyı rahatsız etmektedir. Çin’in Hindistan’a üstünlüğü teknolojik gelişmesindedir, Rusya’ya karşı üstünlüğü ise hem askeri teknolojiye hem de tüketim ürünleri üretme kapasitesine sahip olmasıdır. Eksik olan yani üretim için gerekli olan enerji kaynaklarına sahip olmamasıdır.
Çin’in bu gelişmesi, Almanya ile İngiltere arasında bir dünya savaşını başlatıp başlatmayacağı konusunda tartışmalara neden olmaktadır. Nükleer silahların çok geliştiği ve yayıldığı bir ortamda ülkelerin daha rasyonel davranacağı ümit edilmektedir.
Çin eğer Avrasya’da oluşturmaya çalıştığı ekonomik yapılanma politikasını tamamlayamazsa, kendi halkının aniden göç etme telaşını önleyemezse ki bu durum Asya ülkeleri için bir felaket olacaktır ve Gorbaçev gibi Batılı ülkelerin tuzağına düşüp demokratikleşmeye aniden geçerse içinde patlayarak ortaya çıkacak olan merkez kaç gücünü önleyemeyip Sovyetler gibi parçalanma yaşayabilecektir.
SONUÇ
Günümüzde hızla gelişen modernleşmenin getirdiği çok karmaşık sorunları birlik olarak, yeni teknolojiler, kendi kültürleri, yarattıkları yönetim sistemleri ve iletişimle artık bütünleşen dünyada diğer ülkelerle dayanışma içinde çözemeyen, kısa dönemli basit çözümlere yönelen ülkeler belli süreler içinde çökme ve yerlerini yeni yapılara bırakma durumunda kalacak gibi gözükmekteler. Kimlerin kalıp kimlerin gideceğini gelecek nesiller görecektir.