​Türkiye'de bazı dönemler bazı şeyleri söylemek lüks kaçar.

Türkiye’de bazı dönemler bazı şeyleri söylemek lüks kaçar. Yani söyleseniz de kimse dinlemiyor gibi gelir. Ekonomik kriz, terör, seçim zamanları, mesela çevrecilikten bahsedemezsiniz. Hayvan severlikten. Veya sanatsal etkinliklerden.

Zihinlerde, beyin ameliyatına karşı manikür gibi bir algı yaratır. Ama toplumlar sadece daha “Önemli” şeylerden mi oluşur? Toplumları toplum yapan yalnızca “Önemli” konular mıdır? Sadece iki konu bu işten muaftır. Futbol ve magazin. Halkım nedense işte bu iki konuya “Olmazsa olmaz” muamelesi yapar.

Tarım alanlarının korunması, yanlış şehirleşmenin eleştirilmesi, gürültü-hava kirliliği, denizlerin temizlenmesi, balık nesillerinin tükenmesi vaz geçilebilecek şeyler midir?

En son ne zaman dalından meyve kopardınız? En son ne zaman kofana gördünüz? Boğazda en son hangi yıl istavritten başka birşey yakalamıştınız? Güneşte kurutulmuş çiroza rastlayanınız var mı? Kaçınız denizin içindeki kentlerin merkezlerinden suya girebiliyor? Kentin bostanları ne oldu? Çengelköy’de badem, Yedikule’de marul çıkmıyor artık. Hepsi sahte isim ve etiketlerle satılıyor. Otlakları tükettiğimiz için etin kilosu servet boyutlarında. Buğdayımız yetmiyor. Buğday yetmeyince saman da yetmiyor. Ot da olmayınca hayvan nasıl beslenecek? Tabii ki ithal yemle. İşte et ondan pahalı.

İnsanımızın toprak ve denizle ilişkisi kesildikçe bağırınıyoruz: “Gıda maddeleri enflasyonu, pahalılık” diye. Niye oluyor hiç düşündünüz mü?

Çünkü tarım alanlarımızı yok ediyoruz. Şehirlerimiz anormal büyüyor. Şehir büyüyünce sebze-meyve başka yerlerden gelmek zorunda kalıyor. Tabii navlun biniyor üzerine. Sonra “Tarlada 50 kuruş, markette 5 lira” diye söyleniyoruz. Bizler de hiç nedenini sorgulamadan haberlerini yapıyoruz. Herkes “Çık çık” diyip kafa sallıyor. Sonra? Sonrasında değişen hiç birşey yok. Bu kez haber “Tarlada 50 kuruş, markette 10 lira” oluyor.

Bu gibi konulara karşı toplumsal tavrı çok iyi bilirim. Neden sonuç ilişkisi kurulmadan, öz eleştiri yapılmadan sadece söylenmek bizlere özgü. Çok iyi bilirim çünkü ben Türkiye’nin ilk çevre muhabiriyim. Metin Münir, Güneş Gazetesi’nde Genel Yayın Yönetmeni olduğunda bir sürü yeni servis oluşturmuştu. İnsan hakları ve çevre servisleri onlardan ilkleriydi. İşte ben çevre servisinin ilk muhabiri olmuştum. Sıralamaya göre ikinci de editörü oldum.

O zamanlar, garip garip bakıp sorarlardı, “Hergün sokağa dökülen çöp haberi nereden bulacaksınız?” Çevre denince akla başka şey gelmezdi. Halbuki, kurşunlu benzinin bebekleri öldürdüğünden, Türkiye’den çalınan kardelen soğanlarına kadar bir çok iyi işe imza atmıştık. Zamanla oturdu herşey. Tabii batı ülkelerindeki gelişmelerle de desteklenerek.

Şimdi Türkiye özellikle şehirleşme açısından devasa bir gelişme içinde. Neredeyse artık kırsal nüfus kalmadı. Herkes şehirlere toplanıyor. Beraberinde gelen sorunlar için bir çevrecilik atağına ihtiyaç duyulduğu kesin. Yoksa, ne trafik çilesi bitecek, ne gürültü. Ve bizim yaşayacak başka bir yerimiz de yok.

AMERİKA, DUVARINI BİLE MEKSİKALILARA İNŞA ETTİRİYOR

Olay çok açık. Amerikalılar artık ağır işçilik yapmak istemiyor. Mesela portakal toplamak, üzüm bağlarında çalışmak, taksi şoförlüğü yapmak, sokakları temizlemek istemiyor. Tüm bu işleri başta Meksikalılar olmak üzere hep yabancılar yapıyor.

Ama yeni Başkan Trump kararlı. Meksika sınırına bir duvar inşa ettirecek. Hatta bu çalışmalara başlandı bile. Peki bu duvarı kimler yapıyor dersiniz? Tabii ki Meksikalı işçiler.

Amerika-Meksika sınırı tam 3 bin 142 kilometre uzunluğunda. Bu sınırdan günde 300 bin araç, 70 bin kamyon ve 1 milyon kişi geçiş yapıyor. Sınırın üzerindeki geçiş kapılarının sayısı ise 56.

Haberlere göre işçiler sabaha karşı Meksika tarafından yola çıkıp Amerika’ya geçiyorlarmış ve duvarda çalışıyorlarmış. Ne diyeyim bilemedim. Hadi Meksikalılar işe ihtiyaç duyuyor, bir anlamda kendilerini aşağılayan bu duvarı örüyorlar. Ya Amerikalılar, bile bile kendilerini tekzip etmiyorlar mı?