Büyük şehirlerde yaşayanların her gün evden işe gidip gelmelerinin ülkemize zaman kaybı, stres, hava kirliliği gibi büyük maliyetleri var.
İstanbul’da araç ve yakıtlara harcanan parayla bile yeni bir şehir kurulabilir. Bu büyük israflar hayatlarımızı verimsiz hale getiriyor. Yeni bir şehirde pozitif sosyal çevreler oluşturabiliriz. Sosyalliğin iki temel unsuru olarak saygı ve üstün niteliği desteklemeyi, birbirine enerji sağlayan boyutlara sahip bir şehir ideolojisi kurmayı amaçlayabiliriz. Yüksek mekan kalitesine ulaşabilir, ormanlar ve yeşil alanlar içinde kaliteli konutlar, işyerleri, sosyal alanlar oluşturabiliriz.
Yine Safranbolu gibi bize ait ama geçmişin yerli ve yabancı formlarını taklit etmekten çok yeni Türk sanatının ve mimarisinin ortaya koyulacağı, dünya çapında marka olacak bir kültür şehri kurabiliriz.
Burada neyi kastettiğimizi şöyle ifade edelim. Avrupa tarihine baktığımızda Gotik mimarinin, Rönesans’ın Barok’un altında bir felsefenin olduğunu görürüz. 12. Yüzyıl’da bir Avrupa köylüsünün görebileceği en etkileyici şey bir Gotik katedral olmalıydı. Rönesans sanatçıları aynı şekilde Kilise’ye hizmet ediyor. Barok yine Kilise’ye ve İmparatorluğa hizmet ediyor. Sanattaki aslında bir fikirdir. İdeali aksettirmedir.
Biz eski mimarimize baktığımızda atalarımızın üstün bir kültür ortaya koyduğunu görürüz. Kendi kültürümüze ve özümüze dönelim. Bir de yeni sanatımızı üretelim. 1899’da Amerikan Patent Dairesi Başkanı Charles Duell “icat edilebilecek her şey icat edildi, artık yeni bir şey beklemiyorum” diyor. Daha ilk uçak bile havalanmadan söylüyor bunu… Şimdi biz de Duell gibi diyebilir miyiz ki, mimaride yeni bir stil çıkmayacaktır. Kültürde yeni bir şey üretmek mümkün değildir. Tabii ki hayır… Frank Gehry’nin Dans Eden Ev’ini görenler bunun için şaşırıyor. On yıllar sonra yeni bir form çıkmış diyorlar. Postmodern mimari diyoruz buna…
Biz de diyoruz ki bir sonraki büyük olay Türkiye’den çıksın. Sadece mimaride değil sanatın ve kültürün her alanında iddialı olalım.
Bir Rönesans sanatçısı Antonio Averlino “sanatçı ana ise sanat hamisi de babadır” der. Yani, biz en iyi sanatçılarımızı bulup desteklemek zorundayız. Çocuklarımızı bu yönde yetiştirmek zorundayız.
Bugüne baktığımızda Mısır, New York’un Central Park’ının 2 katı büyüklüğünde bir parka, Disneyland’ın 4 katı büyüklüğünde bir tema parkına sahip olacak bir şehir kuruyor, Rusya, Tataristan’da 1200 hektarlık alana İnnapolis adında bir tekno-kent, bir bilişim kenti kuruyor. Bunlar arasında ekolojik şehir, dijital şehir perspektifi bulunanlar var. Bizim dokuz yılını dolduran Atabolu projesi ise kültüre ve temel değerlere dair. Yaşadığımız şehirler ruhlarımıza şekil veriyorsa ki, veriyor… O halde biz bütün anlamlarıyla “çevreyi” özenle oluşturmak zorundayız. Bunu tespit edebiliyorsak önce ekonomi sonra kültür; önce ekonomi sonra çevre diyemeyiz.