Düzeltmem gerekiyor: "Ben Amerikalı bir yönetici olsam Türkiye'ye sinir olurdum."
Aslında genellemelerden nefret ederim. Üstelik pek doğru bir vurgulama da olmuyor. Düzeltmem gerekiyor: “Ben Amerikalı bir yönetici olsam Türkiye’ye sinir olurdum.”
Şöyle bir düşünün bakalım. Diyelim ki Amerikalı üst düzey bir istihbarat yöneticisisiniz. Kurumunuz yıllardır bir yapıya yatırım yapmış. Önce ‘ılımlı’ gibi Batılıların sempati gösterebileceği bir kavram üretmişsiniz. Sonra bu kavramın etrafına bir koza örmeye başlamışsınız. Bütün dünyada desteklemiş. 160 ülkede okullar açtırmışsınız. Umudunuz, kendinizce düzenlemeye çalıştığınız coğrafyalarda etkin olmak.
Bunların başında ise Türkiye geliyor. Size göre herşey yolunda gidiyor. Bürokrasiyi neredeyse ele geçirmişsiniz. Askeriye deseniz generaller içindeki oranları neredeyse yarı yarıya. Örgütün elebaşı da sizin topraklarınızda. Yani bir anlamda rehin. Sizin sözünüzden çıkamayacakları ortada.
Derken, askeri bir kalkışma yaşanıyor. Halk bir bütün olup direniyor. Tabii ki başarısızsınız. Başta “Asker dostlar” falan diyerek geveliyorsunuz. Sonra “İş birliği yaptığımız askerler tutuklanıyor” diyorsunuz. Söylediklerinizin bir etkisi olmadığı gibi suç üstü yakalanmış da oluyorsunuz.
Üstelik “elebaşını iade et” gibi bir baskı ile karşılaşıyorsunuz. Alın başınıza belayı. Verseniz bir türlü, vermeseniz başka türlü. “Hak, hukuk, guguk” falan diyorsunuz ama hiç de etkili olmuyor.
Diyelim ki Amerikalı üst düzey bir askersiniz. Adamlar sizin (Yani Türkiye) istediğinizi yapmıyor. Hatta meclisleri askerlerinizin geçmesine bile izin vermiyor. Petrol bölgelerine erişiminiz var ama etkinliğiniz yok. Askerlerinizi bir koyup bir çekiyorsunuz.
Halbuki istediğiniz sizin adınıza ölmeleri. Sizin çıkarlarınızı korulamaları. Direniyorlar. Savaşıyorlarsa da sizin istediğiniz gibi değil tam tersine davranıyorlar. Siz inatla “20 kilometreyi aşmayın” diyorsunuz, onlar 40 kilometrede savaşıyor.
Sonra bölgede minik ada devletleri yaratmak istiyorsunuz. Hatta ne kadar küçük o kadar iyi. Sözünüzden çıkmayacak miniklikte olmalılar. Ama adamlar direniyor. Bir türlü istediğinizi vermiyor size.
Sonra bu topraklardaki egemen devletlere bir de sopa lazım. Bu sopa sizin gibi durmamalı ama ortayı karıştırarak sizin ‘tek ve mutlak müttefik’ gibi davrandığınız coğrafyada öneminizi arttırmalı. Herkes, “Aman Amerika olmazsa biteriz” desin. Ama sizin savaşır gibi yaptığınızla gerçekten savaşıyorlar. Bütün planlar alt üst oluyor. Siz bunca plan yapmışsınız hepsi boşa çıkıyor. Üstelik yeniyorlar da. Fark ediyorsunuz ki DEAŞ gerçekten yenilirse sizin bölgede olmak için bir gerekçeniz kalmayacak.
Diyelim ki üst düzey bir Amerikalı dış politika yöneticisisiniz. Biri (Cumhurbaşkanı Sn. Recep Tayyip Erdoğan) çıkıp “Dünya 5’ten büyüktür” diyor. Yani bir anlamda delinin aklına karpuz kabuğu getiriyor. Diğerlerinin de bu sözü dinleme olasılığı yüksek. Öyle ya, İkinci Dünya Savaşı’nda kurduğunuz denge ya bozulursa?
Diyelim ki Amerikan Başkanısınız. Partiniz seçimde ağır bir yenilgi almış. Hem senatoyu, hem temsilciler meclisini, hem de başkanlığı kaybetmişsiniz. Partinizin adayı Ortadoğu’daki karmaşanın açık sebebi olan kişi. Her tuttuğunu eline yüzüne bulaştırmış.
“Seçimlere müdahale ettiler falan” türü açıklamalarınız var ama bize tanıdık gelen bu durumu sizin vatandaşlarınızdan da yiyen yok. Bunu desteklemek için Rusya ile kapışmaya çalışıyorsunuz, hatta diplomatlarını sınır dışı ediyorsunuz. Adeta şahin olan “Cumhuriyetçiler” ile daha mülayim olduğu düşünülen “Demokratlar” yer değiştirmiş gibi oluyor. Ama bunu da kimse yemiyor.
Derken Ortadoğu, her daim elinizin altında olmasını istediğiniz, on yıllardır düzenlemeye çalıştığınız ama bir türlü başaramadığınız yer.
Birden bire orada da hiç bir etkinliğinizin kalmadığını görüyorsunuz. Halep’te tahliye anlaşması yapılıyor siz dahil değilsiniz. Türkiye, Rusya, İran ateşkes için anlaşıyor, sizi çağıran yok.
Uçaklarınız var ama kendiniz yoksunuz. Sadece Suriye Kürtlerinin elindeki ufacık bir toprak parçasındaki ufacık karakol görünümlü binalara sığınmış danışman adı altındaki ajanlarınızı ve askerlerinizi bayrak asarak, yani “Buradayız vurmayın” diyerek koruyabiliyorsunuz.
Derken birileri, “Siz aslında DEAŞ’ı kullanarak, yani karşıymış, onunla savaşıyormuş gibi yaparak bir devletçik kurmaya çalışıyorsunuz” diyor. Çaresiz lafı kıvırıyorsunuz. Ben onları değil de şunları destekliyorum. Onlara değil de şunlara silah veriyorum. Hatta silah değil mühimmat veriyorum” diyerek.
Aslında en büyük düşmanı benim dediğiniz DEAŞ’a karşı hiç birşey yapmadığınız anlaşılıyor. Kuyruğu da dik tutmanız lazım. Tepkiler artınca uçak kaldırıyorsunuz ama bomba atmadan dönüyorsunuz. Bu hatırlatılınca “Güç gösterisi yaptık” diye efeleniyorsunuz. Aslında bu durum, sadece kuru gürültü olduğunuzu ortaya çıkarıyor.
Sonra birden fark ediyorsunuz ki güç gösterilerini de bölgede kimse yemiyor. Kullanmak için elinizde kala kala bir avuç milis kalıyor. Üstelik çevreleri tümüyle bu oluşuma karşı ülkelerle sarılmış durumda.
Şimdi söyleyin bakalım siz olsanız Türkiye’ye sinir olmaz mısınız?