2004 yılında Mark Zuckerberg isimli bir genç geliştirdiği yeni sosyal projeyle tam anlamıyla dünyayı salladı…
Adı Facebook’tu…
Üniversitenin öğrencileri için kurulan bu yeni proje öylesine büyük bir ilgiye neden oldu ki, kısa sürede tüm dünya gençliğinin ve sonra da genci yaşlısı tüm insanların buluşma adresi oldu
Arkasından iki yıl sonra…
Twitter çıktı ortaya…
140 karakterle kendimizi ifade etmeye davet ediyordu…
Instagram, YouTube, Spotify vs…
Ardı ardına sıralandı…
Elimizden, beynimizden düşmeyen uygulamalar olarak uygarlık tarihine adını yazdırdı…
Uzmanlar ise bu yeni nesil devrimlerin özelliğini daha doğrusu etkileşim korkusunu işaret ederken hiç de haksız olmadıkları bir noktaya dikkat çekiyorlardı.
“Temel ideolojisi olmayan ve çok farklı sınıflara mensup insanların kullanım alanı olduğu için, yeni ve manipülatif toplumsal dinamiklerin etkisi altına girilebilir” diyorlardı
Dolayısıyla kriz ortamları için bulunmaz bir altyapı nimeti olabilirdi.
Oldu da.
Örnekleri çok… Sözgelimi Arap Baharı süreci…
O dönemlerde 3 milyondan fazla Tweet’in atıldığı rakamlara yansımıştı.
Youtube üzerinden ise yüzlerce saat görüntü paylaşılmıştı…
Kimilerince bir uyanışa neden olan bu sosyal medya hareketliliği, daha sonraları yıkıma neden olmuştu.
Wall Street eylemleri, Gezi eylemleri, Ukrayna’daki protestolar ardı ardına sosyal medya üzerinden örgütlenen hareketliliklerin en önemli örnekleri oldu…
Kısa süre içerisinde milyonlara yayılan her tweet, haklı haksız her bilgiyi gözlerimizin önüne taşıyor, fikrin kaba sabalığına aslında katkı sunuyordu…
Kaba sabalık diyorum çünkü akıl karmaşası doğru ya da yalanı ayırt etmek konusunda herkesi ikircikli duruşa sürüklemeye başladı.
Protesto hakkı siyasi duruşun bir öznesi iken çoğu zaman özgürlükler bağlamının da dışına çıktı…
Şiddete evrildi, ölümlere neden oldu, toplumsal kaosa tuz biber ekti…
İnsana ulaşan her yararlı yeni mecra, sanki insanlığa zarar olarak dönsün diye geliştiriliyor…
Öyle süreçler yaşanıyor ki,
Bir paylaşım sistemi, nasıl ve neden toplumsal manipülasyon aracı haline dönüşüyor anlayamıyoruz.
Anlamaya çalışırken geçirdiğimiz sürede ise çoktan birbirimize girmiş oluyoruz…
Bu bağlamda uzmanlar, özellikle 13-18 yaş diye tanımladığımız Z kuşağını işaret ediyor.
Çünkü Z kuşağı doğruluk kavramını az sorguluyor ve
Z kuşağının akıl müdahalesine en elverişli çağ olduğu yorumunda bulunuyor…
Bugün dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan toplumsal hareketler, özellikle Z kuşağı üzerinden kurgulanırken sosyal medyanın rolü bu hareketlerde epey yüksek…
Bakın Irak’a
Hong Kong’a
Şili’ye ya da
Fransa’ya İngiltere’ye Lübnan’a…
Görüntü hep aynı.
Bölgeler değişik ama görüntü benzer…
Artık sosyal medya,
zihinlere girmeyi, akla etki edebilmeyi, haklılığa ikna edebilmeyi görev edinmiş bir bilinçaltı ulaşım aracı
Doğasında özgürlük var ama;
Doğruluğu belli olmayan ve dikkati cezbeden bir paylaşım milyonlarca kişi tarafından öz etki alanına sokuluyorsa tehlike çanları çalıyor demektir…
***
Bugün 24 Aralık… Öğretmenler yine ne istiyor!
Süslü püslü Öğretmenler Günü yazısına gerek yok.
Geçtiğimiz günlerde yapılan bir araştırmanın başlıkları ile 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü kutlayalım…
Öğretmenler her şeyden önce saygı görmek istiyor.
Öğretmenler liyakat istiyor.
Öğretmenler hizmet yerleri konusunda adalet istiyor.
Okul öncesi öğretmenleri teneffüs hakkı istiyor.
Müzik ve Görsel sanatlar öğretmenleri ders saatlerinin arttırılmasını istiyor
Kadrolu öğretmenler diplomaya dayalı alan değişikliği istiyor.
Öğretmenler maaş konusunda eşitlik istiyor.
Ve öğretmenler, yeni Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un göreve başlamasıyla birlikte oluşan güzel iklimin bir umut ışığı olduğunu düşünüyor…
O zaman yapılması gerekenlere bir mesaj da bizden olsun…
Tüm öğretmenlerin “24 Kasım Öğretmenler Günü”nü umutla kutlayalım…
***
‘Kutup Yıldızı’mızdı o…Yıldız Kenter’di…
Onu yıllar önce tanıdığımda,
kapısından girdiğim evinin insan kokan rüzgarıydı, yüzüme ilk çarpan…
Hislerim;
ona alkış tutup, insanın kalbine dokunan bakışlarını tekrar tekrar sarmak olmuştu benliğime…
Yıldız Kenter’e bakmak, bir adım daha yaklaşmaktı insanlığa.
Yıldız Hoca’yı görmek, bir adım daha atmaktı can sıcaklığına…
“Annem daima sokakta bulduğu kedi köpekleri, hatta insanları eve getirirdi. Evimizde devamlı bir yabancı kalabalığı vardı. Zerzevat satan dede diye bir adam, İskoçyalı bir Fransız, askerliğini yapan bir genç bir dönem bizimle yaşadı. Bir ara kaçak bir Fransız kaldı evimizde. Sonra bir gün sokakta doğurmuş ve yedi günlük bebeği ile ortada kalmış bir kadını getirdi annem. Çocukluğumuzda bu insanlardan bitlendiğimizi hatırlıyorum.”
Diyen
bir insan abidesinin bir sanat abidesinin, gözlerimde büyüdüğü andı, onu ilk gördüğüm an…
Pek çok insanın hayatına dokunduğu gibi benim de hayatıma dokunmuştu.
Emekti onun hayatı, büyük başarılarla doluydu.
“Canım” diye söze başladığında arkasından gelen ilk cümlesi “yorgun düşme” diye devam etmişti…
Yıldız Hoca sanat mücadelesinde hiç yorgun düşmemişti çünkü…
Ta ki, artık dünyalara sığmayan kalbi, yavaşça atmaya başlayana dek…
Parlaklığı Güneş’in tam 2 bin 500 katı olan bir yıldız var ya hani,
Kutup yıldızı…
İşte Yıldız Kenter,
bizim kutup yıldızımızdı…
Huzurla uyu Yıldız Hoca…
Hayatlarına insanlığı, sanatı aşıladığın insanlar seni hep yaşatacak…