Kasım'ın 14'ü... Sene 1944
İkinci Dünya Savaşı'nda geniş bir cephede savaşan Ruslar, ne kadar 15-60 yaş arası eli silah tutan Ahıskalı erkek varsa hepsini askere aldı, geride kalan kadın ve çocuklardan oluşan 100 bin insan ise; Orta Asya'ya sürgün edilmek üzere yük trenlerine bindirildi. Bu insanlık dışı sürgünün en zorlu etkilerinden birisi de açlık ve amansız soğuktu. Direnci bir noktada biten 17 bin kişi ölüme teslim oldu.
İnsanların yanı sıra insanlık da ölmüştü.
Saat, 03:00 sularıydı ve takvim yaprakları 14 Kasım'a çevrilmişti. Kapılar tekmelercesine çalınıyor; açılmayan, sessizliğe bürünen kapılar kırılıyordu. Nüfusu 60 haneden ibaret bir yerleşim yerine 200 asker gönderilmiş, hane başına en az 3 askerin düşmesi planlanmıştı. Ellerinde tüfek, gözlerinde, kin, yüzlerinde nefret dolu 200 Rus askeri, yataklarında uykuda yakaladığı masum insanları zorbalıkla dışarı atıyordu.
Komutlar tek ve oldukça netti.
- Çıkacaksınız!
-Çıkmayacağız! diyenler, dedikleriyle kalıyor, dipçik darbeleriyle kendilerini kapı dışında buluyordu.
Kentte ölüm havası hakimdi. Çığlıklar, derin sessizlikler ve korku birbirine karışmıştı. Ölüm kol geziyor; korku, yürekleri yerinden çıkarırcasına kendini hissettiriyordu. Gece baskını, hayvanları bile etkilemişti. Aralıksız bağıran camışlar, sağa sola koşturan inekler ve birbirine sığınmış davarlar bir kentin yok oluşuna şahitlik edercesine fevri hareketler sergiliyordu. Köpeklerin havlaması birbirine karışırken gece, adeta kıyameti andırıyordu.
Gizemli yolculuk için yanlarına ne değerli eşyalarını ne de yiyecek, su almalarına fırsat veriliyordu. Rus askerleri adeta robotlaşmış, “Haydi, haydi” komutundan öte herhangi bir iletişim kanalı açmıyordu. Arada bir göğüslere inip kalkan tüfek darbeleri, ölüm tehditleriyle devam ediyordu. Kucaklarına aldıkları çocuklarıyla geçmişini ve tüm birikimini geride bırakan Ahıska Türkleri, kendilerine çizilen acı ve bir o kadar da muamma yolculuk için vagonlara bindirilmişti. Tanışıklar aynı vagona düşmenin planını yaparken, kendilerini bir çuval gibi ite kaka trene bindiren Rus askerlerinin gözünde hepsi aynı değersizlikteydi.
İçlerinden yağız, bıyıkları henüz terlemiş bir oğul, acı acı sızlanırken aynı zamanda dizlerini döverek, köşeye kıvrılmış dizlerini karnına kadar çekmiş anasına söyleniyordu.
- Kur'an geride kaldı ana...En büyük tesellimiz, gönlümüzün yoldaşı geride kaldı, biz ne ettik ana?
- Sükut dur oğul, ben koynuma aldım. Sükut dur da bu vicdansız köpekler başımıza üşüşmesin.
Diyen ana, adeta oğlunun yüreğine su serpiyordu.
İçi boş bir tarlada bir hafta kaldılar. İn, cin top oynuyor, yağmur yağıyor, ayaz vuruyor, ölen ölüyor, kalan kalıyordu ama onlar hala ordalardı. Mal nerede? Can nerede? Canda canan nerede? Ana kayıp, kardeş kayıp, eş yok! Adeta preslenip konserveye sıkıştırılmış gibilerdi.
Bir ana eşinin üniformasını giyinmiş çocuklarını döşeklerin arasında uyutuyordu ki kendi de nöbette durup sabah olana dek karı süpürüyordu üstlerinden. Rusların 'katuşa' isimli yakıcı havan mermileri üzerlerine konuluyordu:
-Depreşirseniz yandururuk! tehdidi kımıldamalarına engel oluyordu.
Yedi aile bir vagona dolduruldu. Elli nefer, yetmiş nefer bir vagonda... Kapı yok, pencere yok... Ömürleri kısa, yolları uzun Ah’ıska Türkleri bir ay yol gittiler. Yol bilinmezliğe götürüyor, şartlar yaşanmaz hale getiriyordu. Vagona yaslananın sırtı kırağa bağlıyordu. Buz tutuyordu üstler, başlar...
Savuuuktu savuuk...
Yere tükürseler havada donuyordu. Ekmeği bölüşmek ne mümkün, balta bile kıramıyordu buz tutmuş ekmeği...
Döşeklere sokuluyorlardı ısınmak için.
Savuuuk...
Gece gündüz yol gidiyorlardı amaçsızca.
Savuuuk...
Ural Dağları diyorlardı gittikleri yola.
Tipi, savuuuk!..
Vagonlarda neler olmamıştı ki? Açlıktan ölenler bir yana, vagona ayağı sıkışıp Rusya'da kalanlar bir yana... Öldüler mi kaldılar mı kimse bilmez? Ne kadar milleti ağlatıyorlar ne kadar millet kırılıyordu o yolda... Ölenler vagondan sürüklenip dışarıya atılıyordu ve en acısı da binbir çocuğun şahitliğinde oluyordu tüm bunlar!
Mevsim kıştı!
Hava savuuuk!
Ölüme nişanlı 17.000 can... Kurt mu yedi it mi yedi bilinmez? Meyyitleri bile ta'b olamıyordu ki başlarında bir Fatiha okunabilsin. Yalvarıyorlardı ölülerini defnetmek için Ah’ıskalılar ama en fazla bir çukura atmalarına izin çıkıyordu. Bir çukur kaç kişiyi alabilirdi ki bağrına ama o çukura sevdiklerini bırakanların hala bağırları yanık!
Yürekleri dayanmıyordu balaların olan bitene! Hamile kadınlar vagonda doğurmasınlar diye dışarı atılıyordu. Öyleleri vardı ki trenin altında çiğneniyor, öyleleri de vardı ki ana, baba, kardeş, bacı hepsini yitirip kimsesiz kalıyordu.
Her yer ana, her yer bala, her an figan dolu!
Vagonlar anneleri çocuklarından koparıyordu. Herkes susuz, herkes suspus... Gram su yoktu. Karı toplayıp içiyorlardı. Ölen ölüyordu, kalan kalıyor... Bir tek çocuklar adeta haykırarak, -Susuzlandım! diyorlardı analarına... Analar bir dakika dışarıya su getirmeye inse çocuklar öksüz kalıyordu. Vagonda saçlarını yolan çocuklar, susuzluklarını unutup "anam" diye bağırıyorlardı.
Ural dağında bir köprüde bir hafta kaldı tren. Geceden sabaha 100 ölü... Sabah gün doğdu doğmasına ama Ah’ıskalılar susuzluktan ve soğuktan inleyerek öldüler, hepsi suya atıldı.
Dillerde beddua:
-Aaah Stalin aaah...
-Zalim Stalin...
-Stalin etti bunları!
3 aile bir günde yok oldu! Çocuklar zayıflayıp zayıflayıp ölüyordu. Analar yavrularını bağırlarında, emziklerinde uyuturken son nefeslerini veriyordu.
Çare ne hele de hele! Ne çare hele de...
Kazakistan'dan döke döke Namangan'a çıkmıştı tren. Özbekistan'da inenler vardı, Kırgızistan'a gidenler oldu. Her köye 5 aile... Darmaduman ediliyordu Ah’ıskalılar...
Yemek yoktu! Su yok... Ölüyorlardı, kefen yok!
Savuuuk ki ne savuk! Mevsim kış...
Çocuklar küllerin üzerinde ısıtılırken yanıyorlardı. O balaların kabirleri bile olmuyordu! Ak saçlı ak sakallı ihtiyarlar, emzikli kadınlar, sahipsiz balalar otlarken buluyordu kendini. Allah gün verdi ölmeyenler de oldu ama zehirlenip ölenlerin de haddi hesabı yoktu! Yoncadan çıkan böcekler çocuk, kadın, ihtiyar birçok Ah’ıskalının canını alıyordu. Türk adında kim varsa ölüyordu anlayacağınız ya öyle ya böyle...
Ruslar'ın insanlık dışı zulmüne rağmen Ahıskalı Türklerin bugün hala kalplerinde iman, ellerinde kuran, dillerinde şükür ve vatan sevgisi yüreklerine nakşolmuş halde... Ahıskalı Türklerin yaşadıkları sürgün değil cinayetti... Soykırımdı. Ruslar, evlerini barklarını yaktılar, yıktılar; kabirlerini, cesetlerini dahi mahvettiler! Ölüden şeytan vazgeçer ama onların ölüsünü bile rahat bırakmadılar. Bugün ciğer yangını devam eden Ah’ıskalıların halen dedikleri şudur, ağıtları şu: “Gittiğiniz yerlere selam söyleyin bizi vatansız koydular.”