Geçtiğimiz haftayı her zamanki dış politika gündemi ile (tahıl koridoru, Ukrayna'nın güney ve doğusunda Rusya'nın kazanımlarını konsolide etme çabası, Zelensky'nin mutsuz ifadeleri, Rusların orada burada yaptığı Batı bizi yenemeyecek açıklamaları vb.) tamamlamaya hazırlanıyorduk ki Japonya'dan eski başbakan Abe'nin suikastta uğradığı ve öldürüldüğü haberleri geldi.
Geçtiğimiz haftayı her zamanki dış politika gündemi ile (tahıl koridoru, Ukrayna’nın güney ve doğusunda Rusya’nın kazanımlarını konsolide etme çabası, Zelensky’nin mutsuz ifadeleri, Rusların orada burada yaptığı Batı bizi yenemeyecek açıklamaları vb.) tamamlamaya hazırlanıyorduk ki Japonya’dan eski başbakan Abe’nin suikastta uğradığı ve öldürüldüğü haberleri geldi. Gerçi gündemde Brexit döneminin yıldızı Johnson’un istifa dalgası sonrası görevi bırakmasıyla ilgili haberler de vardı ama popüler deyimle Bo Jo Ukrayna Savaşı’nın hürmetine uzatmaları oynadığından gidişi, gitmemek için ayak diremesi ve nihayetinde gitmeye zorlanması hiç kimse için şaşırtıcı olmadı.
Şok edici bir suikast
Oysa Abe’nin parlamentonun üst kanadına yönelik bu hafta sonu gerçekleşecek seçimlerin hemen öncesinde öldürülmesi, Abe’nin başını çektiği fraksiyonun Japon Liberal Demokratik Partisi (LDP) içinde ve Soğuk Savaş sonrası Japonya’nın dış politikası için ne anlama geldiğini bilenler için şok edici bir haberdi. Bugün hala suikastın temel motivasyonu araştırılıyor. Bu konuda pek çok spekülasyon da kaleme alınacak ya da duyulacaktır zira kişisel drama geçmişi bulunan eski bir deniz kuvvetleri mensubunun ev yapımı bir silahla Japonya politikasında ve LDP içerisinde önemli bir aileye mensup dönüştürücü bir politikacı öldürmesinin altında kişisel sebeplerden, ideolojik karşıtlıklardan, kalıcı ve ani delilikten başka sebepler mutlaka aranacaktır. Tam da Asya-Pasifik’te Abe’nin açtığı yolda jeopolitik gelişmeler hızlanmışken, Biden geçtiğimiz haftalarda gerçekleştirdiği Asya ziyaretinde Japonya’nın BM reform isteğine desteğini açıklamışken spekülasyonların bir ayağının değişen jeopolitiğe dayanmaması imkânsız. Konuyu ele alırken bugün için çok erken bu spekülasyonların ötesine geçmemiz gerekiyor elbette, ama hangimiz Abe’nin bıraktığı ve adlandırılması zor mirasın (Restorasyoncu mu? Revizyonist mi? Yeni Asyacı mı? Yeni Muhafazakar mı?) öneminden ve bu mirasın pragmatik bir zeminde uygulanmasının Japonya-ABD ilişkisi açısından taşıdığı anlamın büyüklüğünden kaçabiliriz.
Abe Doktrini; dönüştürücü ama…
Abe Doktrini, başbakan 2012’de tekrar ipleri eline aldığında ve Japonya’daki uzun iktidarına başladığında yeniden gündemimize girdi. Doktrin’in kesinlikle ideolojik bir yönü vardı ve Soğuk Savaş Japonya’sının güvenlik yapılanmasının ve dış politikasının kontörlerini belirleyen Yoshida Doktrini’ni değiştiriyor, Japonya’nın küresel politikaya bir “büyük güç olarak” katılması gerektiğini söylüyordu. Yoshida Doktrini temellerini Japonya’nın gücünün sınırlanmasından aldığı için ve sınırlanan Japonya’nın güvenliğini de Japonya-ABD güvenlik anlaşmasına bağladığından Abe’nin vizyonunun Japonya’nın askerileşmesi ve ABD tarafından sınırlanmaması gibi unsurları içerebileceği düşünüldü. Abe, pragmatik yönelimle bu tür ultra dönüştürücü savrulmalardan kaçındı, bu nedenle bugün eski başbakanın ölümünün ardından çoğu kişi “ama”lı cümleler kuruyor. Abe revizyonist ve restorasyoncuydu ama Japon Anayasası’nın Tokyo güvenlik yapılanmasını kısıtlayıcı hükümlerini revize etmeyi tam anlamıyla başaramadı; Japon tarihinin “Japonya’yı yerme mazoşizminden kurtulması gerektiğini” söylüyordu ve İmparator’un statüsünün restorasyonundan yanaydı ama II. Dünya Savaşı’nda ölen Japonların (savaş suçluları dahil) mezarının başına gitmektense Donanma unsurlarıyla fotoğraf çektirmekten hoşlanıyordu ve Obama’yı Hiroşima’da ağırlamaktan çekinmiyordu vb. Tüm bu “amaların” Japon iç politikasının II. Dünya Savaşı sonrası pasifist dönüşümünden kaynaklandığını düşünenler de var.
Gerçekten de II. Dünya Savaşı Japonya için “sıfır yılına” geri dönüş, tarihsel bir silinme, tekrar yapılanma demekti ve hepimizin bildiği gibi bu yapılanmanın temel mimarı ABD idi. Washington “sıfır noktasında” dahi -çünkü işgal sonsuza dek süremezdi- Japonya’nın ABD ile rekabete girmeme konusunda geleceğe yönelik ikna edilmesi gerektiğini biliyordu. Bu ikna süreci sadece Washington’un yararına işleyen bir süreç olarak kalamazdı. O nedenle de ABD, Japonya’ya güvenlik ve ekonomik-teknolojik kalkınma için gerekli alt yapı ve finans olanaklarını sağladığı bir süreci Soğuk Savaş Pasifik’te sürerken yani gerçek anlamda bir Rusya tehlikesi ve Çin üzerinden Komünist tehlike varken gönül rahatlığıyla sağladı. Sonuç Japonya’nın Güney Doğu Asya Devletleri ile ilişki kurabilmesine ve Pasifik ekonomisinin liderlerinden biri olabilme hayallerinin önünün açılmasına olanak sağladı. Bu açıdan bakarsak, Abe, Yoshida geleneğinin çok uzağına da düşmüyor.
Japon Yeni Asyacılığı’nın devamı mı?
Ancak bence Abe hem Soğuk Savaş sonrası dönem için bir vizyon geliştirmek ve ABD ile ilişkilerin çerçevesini çizmek zorundaydı, hem de ekonomik balonu patlayan yani iktisadi durağanlık içerisinde bunalan Japonya’ya bölgesel bir yönelim vermek ve bu motivasyonu başbakanın karar verici pozisyonunu (kontrol kulesi politikası) ile Japon ulusal güvenlik yapısını güçlendirmek için (Ulusal Savunma Kuvvetleri için gerçekleşen 2013, 2015, 2018 reformları, Milli Güvenlik Kurulunun oluşturulması vb) kullanmak zorundaydı. Bu yüzden ben Abe’yi hem Soğuk Savaş dönemi küllerinden doğmaya çalışan Japon Yeni Asyacılığı’na daha yakın gördüm- ki büyükbabası ve aile bağları düşünüldüğünde bu çıkarım çok sürpriz değil. Vizyonunun radikal dönüştürücü hissiyatı ile ama ile başlayan cümleler arasındaki fark da bence Japon Yeni Asyacılığı’nın karşı karşıya olduğu zorluklardan kaynaklanıyor.
İlk zorluk Japon Asyacılığının mirasının nasıl taşınması gerektiğinin bulunmasıydı. Bilindiği gibi Doğu Asya’nın Japonya liderliğinde üretken bir hinterland -arka bahçe haline getirilme fikri II. Dünya Savaşı’nda Doğu ve Güney Doğu Asyalı uluslar için hoş hatıralar bırakmamıştı. Bugün bu hatıraları canlandırmadan bölgeye ulaşıp, bölgeyi Japon dış siyaset gündemi ile uyumlu hale getirebilmek için Abe, Japon Ulusal Güvenlik Stratejisi içerinde “Çin’i” tehdit olarak anmaktan çekinmedi, ulusal savunma kavramını kolektif ulusal savunmayı (Japonya’nın savunmasıyla yakından ilişkili bir yakın alanın saldırıya uğraması halinde gerçekleşecek savunma anlayışı) ve kriz yönetimini içerecek şekilde genişletti. Güney Kore ve Tayvan ile -ki kolektif ulusal savunma adresleri olarak ilk akla gelen adreslerdi- geliştirilen ilişkilerle sınırlı olmayan bir Pasifik müttefikliği fikri geliştirdi. Ulaşmaya çalıştığı iki hat, Avusturalya ve Hindistan’dı. Bu yüzden de ileride QUAD (ABD-Japonya-Hindistan-Avusturalya Dörtlüsü) ittifakının babası olarak bilinecekti. Bu resim bize iki sonuç getirdi; a)- Japonya -istemesine rağmen- Kuzey Kore ve ÇHC ile ilişkilerini normal bir zeminde tanımlayamadı ve b)- ABD ile eşitler arası bir güvenlik ortaklığı oluşturma fikrini ancak yarı yarıya hayata geçirebildi.
ABD ile ortaklığının yeni çerçevesi hala belirsiz
Japon normalleşmesinin (ABD ile beraber küresel güvenlik yönetimine Japonya’nın ortak olarak katılması) ABD ile anlaşmaya bağlı olması nedeniyle Anayasal reformlar tam gerçekleşmediği gibi bölgesel gündemi belirleme inisiyatifi Tokyo yerine Washington’un elinde kaldı. Bu hususun ne kadar büyük bir sorun olduğu da Trump, “biz Japonya saldırıya uğrarsa savaşmak zorundayız, onlar biz saldırıya uğrarsak sadece seyredecekler” türevi açıklamalar yaptığında anlaşıldı.
İkinci zorluk, Japon ekonomisinin bölgesel Japon liderliği için yeterli olacağıyla ilgili şüphe duyulmasıydı. Abekonomisi Japonya’yı uzun süreli ekonomik krizinden biraz çıkartmayı başardı, hatta Abe bazı mecmualarda “Superman” olarak tasvir edilecekti. Yine de Japonya’nın ABD’nin desteği olmadan Çin’in bölgede ve ötesinde sahip olduğu iktisadi dinamizmi yakalaması zor görünüyor. Bu nedenle Abe yola ABD’nin Japonya üzerindeki sınırlamalarını kaldırıp, Washington ile yeni güçlü ve eşit bir ortaklık inşa etme fikriyle yola çıksa da ABD’nin Japonya üzerinde başka sınırlamalar elde etmesinin de önünü açtı.
Abe’nin sloganlarından biri “Japonya geri dönüyor” sloganıydı. ABD’de Amerika geri dönüyor sloganı atmaya çalışıp, tüm bu geri dönüşü Hint-Pasifik’te yeni kurulacak düzene bağlamaya çalışan bir Amerikan başkanı varken Abe suikasti gerçekleşti. Japonya hala yukarıda saydığımız iki zorluğu aşabilmiş değil ve ne kadar sakin olunursa olunsun bugün geri dönmekten bahseden iki Pasifik devleti arasındaki ortaklığı tanımlayan en önemli figürlerden biri, ortam Abe Doktrini’nin zorlandığı noktaları aşmaya nispeten daha uygunken öldürüldü. Japonya’nın geri dönüşünü bu cinayet ve başlatacağı “dış politikada Abe mirası tartışmaları” kolaylaştırır mı, zorlaştırır mı göreceğiz.