1996 sonbaharı. Soğuk bir geceydi.
1996 sonbaharı. Soğuk bir geceydi. Habur’un gümrüklü alanı içindeydik. Sınırın öte tarafında kıyamet kopuyordu. Barzani ve Talabani güçleri birbirine girmiş, Saddam karışmış, Amerika müdahale etmişti.
Habur Gümrüğü adı üstünde resmi bir yer olduğundan, normal mesai saatleri içinde çalışıyordu. Yani sabah 9’dan önce giremezdiniz. Gazetecilerin önemli bir bölümü yakın bölgelerdeki otellere gitmişlerdi. Bu yüzden de iş atladılar.
Ben gümrüklü alandan çıkmamıştım. “Sabah bir şeyler olursa kaçırmayayım” diyerek. Geceyi, erkenden karşıya geçmek için gümrüklü alanda bekleyen kamyoncularla geçirdim. Hatta birkaç saat, bir kamyoncu ile birlikte bir kamyon kasasında yere serili ufacık bir şiltenin üzerinde uyumuştum. Benimle çaylarını, yemeklerini paylaşan bu emekçiler şiltelerini de paylaşmıştı. Aslında kamyonların çoğu bir şey taşımıyordu. Neredeyse boş gidip, boş geliyorlardı. Amaç devasa büyütülmüş depoları ile ucuz mazot taşımaktı. Yani yasalara hülle yapılıyordu. Devlet de bu işe göz yumuyordu. Karanlık zamanlardı ve devlet yasal olmasa da ekonomik olarak buna muhtaç olan vatandaşlara “Anlayış gösteriyordu.” Getirilen bu mazotlar da yol boylarında ucuza satılıyordu.
Sabah 7 gibiydi. Daha uyku mahmurluğumu atamamış, afyonum patlasın diye ufak ufak tur atarken Habur’un karşı tarafında bir hareket gördüm. Binlerce insan neredeyse tek sıra olmuş Türkiye yönünde yürüyordu. Telaş yoktu ama belli ki bir acele vardı.
Silahlı da değillerdi. Yanlarında eşya da yoktu. Öyle ellerini kollarını sallaya sallaya geliyorlardı. Sanki 10 bin kişi sözleşmiş normal günlük kıyafetleriyle “Hadi Türkiye’ye doğru yürüyüşe geçelim” demiş gibiydiler.
O zamanlar çalıştığım Kanal D Haber Merkezi’ni aradım. “Garip bir şeyler var” dedim. “Garip bir şeyler var. Bu adamlar Türkiye’yi işgale gelemeyeceklerine göre, kaçıyorlar.”
Gelenler, asıl gümrük kapısının biraz yanında olan ve Türkiye’nin sınır ötesi harekatlarında zırhlı araçların geçmesi için oluşturulan demir köprünün üzerinden yürüyerek Türkiye’ye geçtiler. Bekleyen Türk askeri otobüslerine binip hareket ettiler. Sonrasında dünyanın bir ucunda Pasifik okyanusundaki Amerikan toprağı olan Guam adasına gönderildiler. Bir süre sonra da Amerika içine aktarıldılar. Garip ve uzun bir yol takip edilmişti.
CİA Kürtleri olarak adlandırılan bu kişilerin önemli bir bölümü Amerika’nın Irak’ı işgal sürecinde geri geldi. Kilit görevler aldı. Küçük bir kısmı da hala Amerika’da duruyordur zannediyorum.
Peki kimilerine göre 10 bin, kimilerine göre 6 bin 500 kişi olan bu Kürtler niye kaçma ihtiyacı hissetmişlerdi? Kaçmışlardı çünkü Barzani ve Talabani savaşa girmişti.
Bu girizgahı yapmamın sebebi ise, şimdi gündemde olan Irak Kürdistan’ının, Barzani-Talabani savaşını bilmeden anlaşılamayacak olması.
İkisinin de lakabı vardı. Kendileri ile bütünleşmiş. Biri Kak (Ağabey) Mesut, diğeri Mam (amca) Celal. İki farklı partinin başındaydılar. Biri daha geleneksel, diğeri sosyalist olma iddiasında. Biri babasından devralmıştı, diğeri kendisi kurmuştu.
Ve 1996 yılı Ağustos’unun son günlerinde Barzani, Saddam Hüseyin ile iş birliği yaparak Talabani kontrolündeki Erbil’e doğru yürüyüşe geçmişti.
Irak tankları kuzeye yönelmişti. Talabani güçleri zorla Erbil’den sökülüp çıkartıldı. Amerika Saddam’ın tekrar bölgeye hâkim olacağı korkusu ile Irak mevzilerini bombalamaya başladı.
İşte bu hengamede de 10 bin “Amerika’ya yakın Kürt” Türkiye üzerinden Guam’a taşındı. Benim gördüğüm bu operasyonun başlangıcıydı.
Şimdi Mam Celal hayatını kaybetti. Bütün ömrü Irak Kürtleri için mücadele ederek geçti. Savaşçıdan çok politikacı profili çiziyordu. Zaten Irak’ın Cumhurbaşkanı olarak da bu duruşunu pekiştirdi. Şimdilerde Kuzey Irak çok sıcak gelişmeler yaşıyor. Ve böylesi zamanlarda bölge Kürtlerinin “Gerekirse ölürüz” diyen bir liderden çok, “Siyaset adamlarına” ihtiyacı var.