Türkiye'de bir vesayet rejiminin var olduğu son yıllarda sıkça dillendirilir oldu... Bu hüküm yanlış mı derseniz, cevabım: Hayır!..
Türkiye’de bir vesayet rejiminin var olduğu son yıllarda sıkça dillendirilir oldu... Bu hüküm yanlış mı derseniz, cevabım: Hayır!..
Hüküm doğru olmasına doğru ancak genel kabulde işaret edilen ‘vasi’ adresi bence doğru değil. Vesayet zihniyetinin odağı olduğu düşünülen, bir dizi müdahale ve darbedeki rolü dolayısıyla ön planda görünen silahlı kuvvetler, 1960 ihtilalinden sonra oluşan yapıda sadece tali bir unsur.. Gerçek anlamda demokrasinin tesisi önünde görünürdeki yegâne engel kurumsal olarak yargı.
Anayasa Mahkemesi resmi internet sitesinde 2009 yılına kadar, Atatürk’ün vazettiği, ‘Hakimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olması’ ilkesinin 1961’de terk edilmesiyle ‘Parlamentonun üstünlüğünün sona ererek’ yargının ‘Egemenliğin kullanılmasında pay sahibi olmasının’ ne denli faziletli bir iş olduğunu bakın nasıl anlatıyor:
“1961 Anayasası’nın 4. maddesine göre ‘Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir’. Maddenin bu ilk fıkrası, 1924 Anayasası’nın 3. maddesinden olduğu gibi alınmıştır. Ancak, 1961 ve 1982 Anayasalarının egemenliğin nasıl kurulacağını gösteren tümceleri, 1924 Anayasası’ndan oldukça değişik bir içeriktedir: ‘Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar tarafından kullanır.’ Türk Anayasa tarihi yönünden ele alındığında bu kuralın temel amacının, Parlamento’nun üstünlüğüne son vermek olduğu söylenebilir. Parlamentonun üstünlüğü 1924 Anayasası’nın en temel özelliği idi. İlk kez 1961 ve ondan sonra da 1982 Anayasası’nda benimsenen bu yeni ilkenin, yani egemenliğin Anayasa’nın koyduğu esaslara göre yetkili organlar tarafından kullanılmasının öngörülmesiyle birlikte Türkiye Büyük Millet Meclisi, ulus adına egemenliği kullanan tek organ olmaktan çıkmıştır. 1961 ve 1982 Anayasaları, egemenliğin kullanılmasında yargıya önemli yetkiler tanımışlardır. Özellikle, Anayasa Mahkemesi, Parlamento’nun çıkardığı yasaların anayasaya uygunluğunu denetlemesi nedeniyle egemenliğin kullanılmasında önemli bir paya sahiptir. Çünkü, Anayasa Mahkemesi, Parlamento’nun çıkardığı yasaların Anayasa’ya aykırı olup olmadığına karar verebilmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin, siyasal kurumların, özellikle Parlamento’nun yetkilerini kötüye kullanması durumunda bir denge oluşturacağı ve bunu engelleyeceği düşünülmüştür.”
Kurucu hâkimleri Yassıada yargıçları olan mahkemenin yaptığı bu tanımlama yargı erkinin diğer birimlerini bağlar mı diye düşünmek yersiz, zira Anayasa Mahkemesi bu değerlendirmeyi münhasıran kendisi için değil kendisiyle birlikte tüm yargı için yapıyor. Nitekim Yargıtay başkanlarının dünyada eşi benzeri olmayan tamamen siyasi mahiyetteki ‘Adli yıl açılış konuşmaları’ vesilesiyle merasimde hazır bulunan siyaset erkânına düstur çekme geleneği de söz konusu zihniyetin tezahüründen başka bir şey değil.
AK Parti ne yazık ki iktidara geldiği günden bugüne yaşadığı onca olumsuzluğa ve hakkında açılan kapatma davasından ağır hasarla kurtulmasına rağmen, üstelik Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın benzer bir dosya mahkemeye geldiğinde neler olabileceğini ima eden ikaz cümleleri hafızalardayken meselenin önemini kavrayamadı; hatta kavrayamamanın ötesinde Başbakan’ın itibar ettiği yorumcuların ve yakın çevresinde yer alan kişilerin çizdikleri ‘askeri vesayet’ tablosunu önemsemesi sebebiyle yargı yetkisini elinde bulunduran kurumlar dikkat halesi dışında kaldı... Oysa her kademede siyasetçiden ordu komutanlarına; gazeteciden iş adamına kadar toplumun önemli bir kesiminin şikâyetçi olduğu telefon dinlemelere tepki düşük perdede yansırken hedef yargı mensupları olduğunda ortalığın ayağa kalkması dahi ‘gerçek vasi’nin kimliği konusunu bir kere daha düşünmeyi gerektiriyordu... (Yazarın, 25 Kasım 2009 tarihli yazısıdır)