Milyonlarca kişi izliyor. Tamam. Rekorlar kırıyor. Tamam.
Milyonlarca kişi izliyor. Tamam. Rekorlar kırıyor. Tamam. Bin an önce izlemek için kuyruklara girilip kavgalar ediliyor. O da tamam. Ama işte şimdi sizlere deve dişi gibi bir soru. Çocuğunuzun Recep İvedik’i örnek almasını ister misiniz? Veya Recep İvedik’in çocuğunuz olmasını?
Buna “Evet” diyecek çok az kişi çıkar zannediyorum. Şahan Gökbakar gerçekten başarılı bir sanatçı. Eleştireni var, seveni var. Ama ortaya koyduğu ürün başarılı. Diyecek hiç birşey yok. Ama şimdi okul çocukları için üzerinde Recep İvedik resimleri olan okul malzemeleri hazırlatmış. İvedik bir sinema karakteri. Güleriz, eğleniriz. Ama oraya kadar. Bir okul çocuğu için hiç de örnek alınabilecek bir rol model olduğunu zannetmiyorum. Ama “Aman satılmasın” falan de demiyorum. Kim çocuğunun Recep İvedik’i örnek almasını istiyorsa buyursun alsın.
BİZ NE GÜNLER GÖRDÜK
28 Şubat döneminde Genelkurmay’dan “Bilgi notları” faksla gelirdi gazete ve televizyonların Ankara bürolarına. İstanbul da nasibini alırdı ama, en çok Ankaralı gazeteciler uğraşırdı bu işlerle. Bilgi notları faks kağıtlarına büyük harflerle yazılı olurdu. Kocaman büyük puntolu. Üzerinde gönderen makam yer almazdı. Bırakın makamı, isim bile yoktu. Başkası şaka olarak böyle bir faks çekse Vallahi kullanılırdı. O derece yani. Ve o dönemin gazete patronları (Tabii ki bir kısmı) bu işe büyük “Önem” verdiği için bol bol da yayın yapılırdı. Patronlar “Neler oluyor?” diye soracak olsa cevap hazırdı, “Patron, darbe geliyor. Aman vaziyet alalım.” Bu lafın üzerine diyecek bir şey kalmıyordu haliyle. Gazetecilerin kimileri, gazeteciliği bırakmış darbe tellallığı yapıyordu. Manşetler adam asıyor, ipten adam alıyordu. İsimler karalandı, siyasi iktidarın eli kolu bağlandı. Hükümet düşürüldü. Maalesef bu durum böyleydi. O yüzden isimsiz açıklamalar, zorlama başlıklar, bazılarımızı dehşete düşürüyor.
O zamanlardan birinde televizyon haberciliği yaparken fırsatını bulmuş iki, üç günlüğüne yurt dışında çıkabilmiştim. Hiç unutmuyorum. Bir sokakta oturmuş keyifle kahvemi içiyorken telefonum çaldı. Arayan Genel Kurmay, basın ilişkiler gibi uzun bir makam söyledi. Bol yıldızlı da bir rütbeydi. “Buyrun” dedim. “Alican bey, size alındık. Sayın Genelkurmay Başkanımız göreve geleli bir hayli zaman oldu” dedi. Ben anlamadım. “Hayırlı olsun. Ama anlamadım. Bana niye alındınız?” dedim.
Arayan “Komutan” devam etti. “Genelkurmay Başkanımız göreve geldikten sonra bir çok meslektaşınız, hayırlı olsun ziyaretinde bulunmak için randevu istedi. Ama siz istemediniz. O yüzden alındık” diyince bende jeton düştü. Bu “Hayırlı olsun” adı altında yapılan ziyaretin bir tür “Önemseme belirtisi” olduğunu düşünüyorlardı.
Ben durumu anlayınca “İyi o zaman. Ben de randevu talep ediyorum” diye konuştum. Cevap, “Böyle telefonda olmaz. Ankara temsilciniz yazılı olarak başvursun” oldu.
Hadi buyurun buradan yakın. Meğer bir sürü gazete, televizyon yöneticisi başvurmuş ben “bilememişim.” Telefon kapandıktan sonra Ankara büromuzu aradım. Ve temsilci arkadaşımıza durumu anlattım. O da benim adıma yazılı başvuru yaptı.
Benim kısa kaçamak çabuk bitti. İstanbul’a dönüp işe gömüldüm. Unutmuşum. Derken 3-4 gün sonra Ankara bürodan arandım. Genelkurmay’dan bir yazı gelmiş. “Genelkurmay Başkanımız Orgeneral sayın……’ın gündemi çok yoğun olduğundan randevu talebinizin gerçekleştirilmesi mümkün görünmemektedir.” Haydaaa.
İşte o zamanlar böyleydi.
Bu durum, Ak Parti’nin iktidarının ilk yıllarında da devam etti. Aynı kafalar, aynı şeyleri yaparak, aynı sonuçları elde etmek istediler. Olmadı, beceremediler. Beceremedikçe sinirlendiler.
Hürriyet’in “Karargah rahatsız” başlığının neden bu kadar gürültü kopardığını anlayabilmek için o zamanlarda yaşamış olmak lazım. Basının bir bölümü maalesef DNA’sına kodlanmış bu durumdan kurtulamıyor. Bundan sonra her halde, ne kimse “isimsiz” açıklamalar yapar, ne de kimse isimsiz açıklamalardan haber yazar. Basında bir devir böylece kapanmış olur.