Kavramsal anlamlandırma açısından, mutabakata ulaşılabilmesi için insanlığın epey uzun bir süre geçirdiği terörizm fenomeni ile ilgili, ancak bugünlere varıldığında, çoğunluk tarafından belli bir tanımlamaya varılabilmiştir.
Bu kavramsal uzlaşıya bir nebze yaklaşabilmenin ana sebeplerinden birisi için; medyatik dikkati monopolize eden siyasi ajandaların kendi toplumlarının yoğun hareket içeren bu fenomenden yankılanan darbelerle karşılaşmış olmalarının neticesi denilebilir. Fakat, bunu sağlayabilen iletişim toplumu aygıtları aynı zamanda ve orantısal olarak terör faaliyetlerinin de yayılmasına olanak sağlayabildiği görüşü oldukça dikkat çekicidir…
Bugün itibarıyla, hala terörizm kavramının karmaşık ve koşullu tanımlanmasının devam ettiği görülmektedir. Sürekli mutasyon içerisinde ve geliştiği topluma adaptasyon kabiliyetine sahip bu fenomenal yapının karmaşık bir anlatımla sunulmasının, belki sosyal nedenler yanı sıra çıktığı ortamda müttefikler (alıcılar) bulabilme olanaklarıyla orantılı biçimde olduğu, dolayısıyla da bazı soyut hedeflere yaklaşabildiği düşünülebilir…
Tarihe baktığımız da ise: Terör kavramının kayıtlarda Fransız ihtilali sonrası, “Ulusal Sözleşme” döneminde görüldüğü ve 1793’te Robespierre’in ölümü sonrası yandaşlarıyla birlikte “Terörist” olarak sınıflandırıldığını ve eylemlerinin de “Devlet Terörü” olarak adlandırıldığını fark ediyoruz. Ancak, 1945 sonrası, ileri bir tarihte konu ile ilgili; Kör Atış’ın masum kurbanları hedef aldığı tartışmaları başlayabilmiştir.
Sübjektif bir fenomenin, baskılı değer yargısı neticesi negatif çağrışıma yol açtığı ancak bu günlerde bir nebze anlaşılabilmektedir. Dünyamızın bazı kesimlerinin uzun süreler, neredeyse “Atasözü” gibi tekrarlanan “Birinin teröristi diğeri için bir hürriyet savaşçısıdır” tanımlaması, tarifin yapılamamış olmasına neden gösterilebilir. Örneğin: Alman kuvvetlerine karşı Fransa’daki direniş, Fransız kuvvetlerine karşı Cezayir’deki direniş, İsrail kuvvetlerine karşı Filistin’deki direniş, Macaristan’daki Sovyet kuvvetlerine karşı direniş ve sair o denli örnekleri vardır ki! Terörizmi çağrıştıran faaliyetlerin tanımlanabilmesi hakkında neticeye varabilmek için, değişken siyasi muhakeme doğrultusunda karara ulaşmak gerekti, herhalde . Bu örneklemeler arasında belki de en ilginçlerinden birisi: Nobel ödüllü Menahem Begin’in “İsrail Ayaklanması” isimli kitabında da anlattığı; Haganah ve Irgun örgütlerinin Filistin’de düzenlediği eylemler silsilesi ki bunlardan en hatırlananı King David Oteli’nin havaya uçurulmasıdır ve o süreçte Büyük Britanya resmi görüşü doğrultusunda bu örgütler mensupları yakalandıklarında terör suçundan yargılanıp idam edilmişlerdi. İşte böyle bir şey! …
Bu siyasi değişkenlik örneklerinin en yakını ve bugün varılan dramatik noktaya sebep gösterilen Sovyet kuvvetlerince Afganistan’ın işgali sonrası yaşanan; A.B.D. kurumları tarafından ve Suud finansmanı ile örgütlenen Mücahiddin ve takiben Taliban ve El Kaide vakasıdır.
Sonuçta, bugün toplumlarda, gittikçe yayılan terörizmin önemli psikolojik boyutunun da olduğu anlaşılmaya başlandı. Fakat, eskiden olduğu gibi hala birçok uluslararası gücün, bir şekilde irtibatını bu fenomen ile devam ettiriyor olması sonucu bazılarına göre; terörizm bir savaşma/mücadele biçimi olmaya devam ediyor . Bu bağlamda terörizm ile uluslararası medya ilişkisi sapkın hale dönüşerek; medyatik, evrensel bir fenomen haline dönüşmüştür denilebilir.
Terörizmin özet tarihine baktığımızda ise: İlk izlerine M.S. I. Yüzyılda, muhalif/Musevi “Sicarii” isimli aşırı örgütün toplumsal alanlarda düzenlediği suikastlar döneminde rastlıyoruz. Süratle zamanları aştığımızda; yeni dönemin “Modern Terörizmin Dört Dalgası” olarak adlandırıldığını görüyoruz. 1800’lü yıllardan 1900’lü yıllara doğru ideolojik temelini ihtilalci fikirlerden oluşturan ve hedef alınan politik şahsiyetlere saldırılar şeklinde uygulamaya konulan eylemler birinci dalgayı oluşturuyor ise, ikinci dalga; anti kolonial ve etnik milliyetçi akım olarak adlandırılabilir, güvenlik güçlerine sistematik saldırıların “İstiklal için” düzenlendiği deklare edilen ve bu dönemin I. Dünya Harbi sonundan 1960’lara kadar sürdüğü söylenilebilir. Üçüncüsü, yani “Yeni Sol Dalga” dönemi için 1960’lar sonlarından 1990’lara değin süren ve uluslararası eylem birliği içerisinde batı bloğu ideolojisine karşı konulan süreç olarak adlandırılabilir. Kızıl Tugaylar (Aldo Moro suikasti), Baader Meinhoff – Kızıl Ordu Fraksiyonu, ETA ve Latin Amerika da onlarcası ve sair bu dönemin bazı örnekleridir. Dördüncü dalga diye adlandırılan ise; kimlik arayışındaki Doğudaki büyük toplulukların buluşmalarında dini mensubiyetin önemli çerçeve teşkil ettiği ve 1970’lerde başlayan kıpırdanmaların Afganistan işgaline karşı organize edilerek savaşa sokulması ile başlayan süreç olarak belirtilebilir. O bölgede ellerine silah verilip sadece diğerlerini yok etmek için eğitilen çocuklar bugün artarak ikinci nesillerine vardılar ve öğretileni yapmaktan başka bir yol bulamaz haldeler. Irak, Libya ve Suriye yok edildi. Saddam kimyasal silahlara sahip olduğu gerekçesiyle saldırıya uğradı, Kaddafi biriktirdiği 143 ton altın ile Pan Afrika Para Birimi’ni kurmak üzere iken saldırıya uğradı, Suriye bir bahar adı altında başlatılan gösteriler akabinde yönetiminin kendi halkına uyguladığı “Devlet Terörü” neticesi yüzbinlerce vatandaşını heba etmeye devam ediyor, velhasıl daha çok örnek sayılabilir.
Fakat, neticede son dalga olarak tabir ettikleri bu akım terörizmin tarihinde görülebilenden çok daha farklı. Genelde bu tarz olayların üst noktaya varıp, etrafı toz/duman kapladığından ilk safha pek anlaşılamayabilir, amma bu kez bir türlü bitmeyen bir kum fırtınası söz konusu ve gurupların kendilerini devlet olarak adlandırdıkları safhaya varıldığı görüldü. Neticesinde tarihte görülmemiş biçimde mukaddes bir dinin mensupları top yekün zan altında bırakıldılar. Büyük katliamlar yaşandı, belki bugün Irak-Suriye eksenindeki cihat örgütü sona yaklaştı, fakat Afrika’da, kuzeyde, batıda ve ya Sahel bölgesinde neler oluyor? Sadece Sahel’de evini terk etmek mecburiyetinde kalanların adedi 3.5 milyona ulaştı. Bu sırada, bugün Orta Avrupa kendi topraklarına varan bazı terörist dalgaların neticesi; medyanın etkisinin ve bu mecranın terör örgütlerinin stratejik kullanımları için mümkün olduğunun farkına vararak toplumlarına karşı saldırının artacağı endişesini tartışıyor. Ne kadar ilginç, değil mi?
Nihayetinde, 1800’lü yılları sonundan 1900’lü yılların başlarına terör faaliyetlerinden epey zarar gören ülkemiz 1971 Muhtırası ile 1980 Darbesi arası dönemde bir neslin okuyan önemli genç kitlesini maatteessüf terör dolayısıyla kaybetmiştir. Ne gariptir ki Orta Avrupa Aydınları, o dönemde iç savaş eşiğine gelen ülkemizde her gün birkaç olmak üzere toplamda altı bin civarında yetişmiş gencin katledildiği ve yüz binlercesinin de hapishanelere tıkıldığını hiç bilmezler. Sonrasında başlangıç tarihi 1983 Eruh Baskını diye bilinen süreç başladı ve halada devam ediyor bu kez on binlerce ve on binlerce vatan evladı toprağa düştü, Cumhuriyet Hazinesinin yüz milyarlarca doları heba oldu. Halbuki bu baskını düzenleyen örgüt başlangıcı 1970’li yıllarda Cumhuriyet Devletinin Başkenti Ankara’da, Maltepe semtinde faaliyet gösteren Devrimci Doğu Kültür Ocakları isimli, o dönem pek de esamesi okunmayan bir oluşum idi. Şimdi sorgulamamız gerekli olan; 60, 71, 80 askeri Darbelerinin genelde müttefiki Türk Nomenklaturası(Bürokrasisi)’nın bir kısmı 70’li, 80’li, 90’lı yıllarda sivil siyasetin önüne geçebilmiş, hatta mutlak idareyi ele geçirmiş ve rejimin koruyucusu olmuştur. Peki o dönemler milletin denetiminden uzak konuma ulaşan sivil/üniformalı yönetici kesim, asli görevi gereği Başkentin ortasındaki bu örgüt hususunda nasıl başarılı bir refleks gösterebilmiştir ve vazifesini yerine getirmiştir ki, taa bugünlere varılmıştır? Güvenlik bürokrasinin okullarına giden akademisyenler dersler verirler, sonrasında da bazı seminerler düzenlenir, fakat bunun haricinde terör ile mücadelenin devam eden akademik kalıcı alt yapısı oluşturulabilmiş midir? Eğer bilimsel temeller üzerine inşa edilmiş güvenlik politikaları oluşturulmuş olsa idi o dönemlerde önemli görevlerde bulunmuş bir Sayın Emniyet Müdürünün açıkladığı gibi (kendi tabiri ile) zig –zaglar çizilmez idi, bir gün köyler boşaltılıp ahalisi sürülmez, öbür günde köylere yemek götürmeye gerek kalmazdı gibi. Yine geçen gün Genelkurmay eski istihbarat Dairesi Sayın Başkanının birebir insan istihbaratı konusunda ifade ettiği, elemanların Amerika’ya kurslara gönderildiği ve ellerinde sadece oradan alabildikleri dokümanlar haricinde milli dokümana sahip olamadıkları hususu da ayrı bir konu. İhsan Sabri Çağlayangil’in 12 Mart sonrasında İsmail Cem ile söyleşisinde “… Bizim altımız oymuşta da farkında değilmişiz..” cümlesini ve sonrasında Bülent Ecevit’in “Kontrgerilla” vardır, bazı diğerlerine göre ise yoktur münakaşasını hatırlatıyor.
Zaten çok uzun yıllar boyunca, değişik gelişen devlet makinasının yapısı neticesi; 15 Temmuz 2016 felaketi yaşanmadı mı, acaba? Söylendiği gibi, yapının bu ölçekte ele geçirilebilmiş olması nasıl kabul edilebilir? Bu sadece sınavlara hile karışması ve hatta bazı siyasi desteğe bağlanarak izah edilebilir mi, acaba ?
Sonuç olarak: Ülkemiz ve vergi mükellefi vatandaşlarımız için düşünmemiz gerekli olan; kurumları oluşturan bireylerin büyük kısmını tenzih ederek, salt sistem sorgulamasında acaba idari takibat yöntemleri ne denli sağlıklı çalışıyor? Açıkçası bir konunun savcılığa intikali öncesi aynı kurum mensupları diğer meslektaşları tarafından nasıl denetlenebiliyor? Pek bilemiyoruz. Aynı zamanda çok sorumlu görünen Siyaset erbabı ile kısmen sorumlu görünen Bürokrasi mensupları arasında teorik olarak nasıl bir kurumsal ilişkiler zincirinin eskiden nasıl geliştiğini biraz bilebiliyoruz ve 90’lı yılların kötü günlerini hatırlıyoruz, fakat bugün nasıl gelişiyor, o nu da pek bilemiyoruz. Yapısal oluşumun büyük çabalar ile, bunca tahribata rağmen daha iyiye doğru ivme kazandığını ümit ediyoruz.. Ülkemizin terörden en çok zarar görenlerin başında geldiği maalesef malumdur. Bu sadece ne kaderden ne de yerküre üzerinde bulunduğumuz coğrafi konumdan olmasa gerek diye düşünüyoruz, Efendim…