Diyarbakır'a has mimari ile hayata geçirilen bu yeni alanın projesinde yer alan işletmelerin tabelaları inanıyorum ki benim gibi Diyarbakırlıları da üzmüştür…
Uzun bir kuraklıktan sonra yağan yağmurun bereket keyfiyle Suriçi’ni gençlerle geziyorduk… Usul usul yağan yağmur altında ıslanmayalı asırlar geçmiş gibiydi… Unutmuş ve unutulmuşluğun verdiği hüzünle çiseleyen her damlaya “nerede kaldın” dercesine sitem edesimiz vardı… Ama etmedik ya bir daha kırıp yitirirsek, gidip de gelmezse, çorak çöllerde bizi sahipsiz bırakırsa diye… Sitem yerine hasret kalmışlık duygularıyla yüzümüze, gözümüze, saçımıza her damlayı sindirerek yağmurla dans ediyorduk adeta…
Yürüdüğümüz turistik cadde yeni ve yapımı halâ devam eden bir planda yer alıyordu bu sebepten tüm mekanlar tam anlamıyla hayata geçmemişti fakat cadde boyu yürüdükçe insanın ruhunu rahatsız eden bir manzaraya şahit oluyorduk. Diyarbakır’a has mimari ile hayata geçirilen bu yeni alanın projesinde yer alan işletmelerin tabelaları inanıyorum ki benim gibi Diyarbakırlıları da üzmüştür… Zira Diyarbakır gibi tarih kokulu şehirlerin yaşanmışlıkları, hikayeleri, kahramanları, aşkları, efsaneleri, türküleri, şiirleri fazlasıyla vardır ve bu ruhu görmezden gelip Diyarbakır’ı yansıtmayan isimleri mekanlara vermek herkesin içini fazlasıyla burkar…
Bu rahatsız edici durum geçtiğimiz hafta İstanbul’dan gelen basın temsilcileri dostlarımızın da dikkatini çekmişti. Alana adım atar atmaz ilk cümle olarak “mekanların ismi keşke Diyarbakır’ı yansıtsaydı” dediler… Aklın yolu bir.
Geçtiğimiz haftalarda Erbil Valisinin aldığı “tabelalardaki yabancı isimlerin kaldırılması kararına” yönelik köşeme taşıdığım yazımda tam da bu konuyu yorumlamıştım. Her şehrin bir ruhu ve sosyal-kültürel-tarihi dokusu var. Şehirleri yönetenler bunu korumakla yükümlü. Bu yükümlülük şehirlerin marka değerinin üste çıkarılması adına önemli ve gerekli. Turizm sektörünün ana varoluş teması; farklı olanı gezip görmek, keşfetmek, yaşamak değil mi?
Ve bu sorumluluk şehirlerin yöneticileriyle birlikte Ticaret Odaları olmak üzere tüm sivil toplum kuruluşlarının da boynunun borcu elbette…
Evet uzun bir kuraklıktan sonra yağmurun coşkusuyla sohbetimiz de hararetliydi çünkü tam da seçim öncesinde ve bunca yoğun ülke-dünya gündemi karşısında elbette konuşacak fazlasıyla cümlesi vardı gençlerin.
Suriçin’deki yürüyüşümüze ara verip yine aynı alandaki bir mekana geçip oturduk çay kahve rehberliğinde cümlelerimize devam etmek üzere. Oturduğumuz kafenin penceresinden izlediğimiz yağmur öyle güzel düşüyordu ki Diyarbakır’ın kara taşlarla döşenmiş yollarına, paket taşlar birer kara elmas misali parlıyordu ve gözlerimizi alamıyorduk manzaradan…
Masamızın orta yerinde duran kese kağıdındaki badem şekerlerini ağzımıza attığımız anda pişmaniye misali eriyip içindeki kavrulmuş badem ile buluşturuyordu zihnimizi… Mardin’e has olsa da Diyarbakır’da badem şekerine hakkıyla ev sahipliği ediyor kabul etmek gerekiyor…
Badem şekerli, çaylı, kahveli gençlerle sohbetimizde sözümüz 14 Mayıs’ta yapılacak seçime geldi. Hepsi kaygılıydı anlıyordum! Söylediklerinden ziyade gözlerinden okuduklarım bana her şeyi anlatıyordu aslında. Yeni Dünya Düzeninde her anlamda yerini almaya başlayan Türkiye’nin yaşadığı doğum sancılarını gençler tam olarak anlamlandıramasa da adını koyamadıkları “bir şeyler oluyor” duygusunu gayet net almışlardı.
Peki bu “bir şeyler oluyor” duygusu karşısında ne yapacaksınız diye sorduğumda kısa bir sessizlik sonrasında yüreklerindeki cümleleri döküverdiler birer birer…
Evet gençler kaygılı ve bazı konularda rahatsız fakat bir o kadar da sağduyulu. Her şeyi eksi ve artıları ile tartarken “Türkiye Yüzyılı” kavramını da unutmuyorlar…