Hemen hepsi 1934'ten itibaren İnkîlap Tarihi Enstitüsü'nde İnkîlap Tarihi dersleri verdiler.
Hemen hepsi 1934’ten itibaren İnkîlap Tarihi Enstitüsü’nde İnkîlap Tarihi dersleri verdiler. İman akidelerini “Aydınlanma” düşüncesi teşkil ediyor yahut onlar öyle söylüyordu. Kendilerini ve nevilerini hep Fransız İhtilâli ile mukayese ediyor, Dantonlu, Robespierreli rüyalar görüyorlardı. Türk siyasetinde esas aktör olmaya en fazla yaklaştıkları yıl 1936 idi, aynı dönemde CHP Genel Sekreteri Recep Peker, TBMM’nin üzerinde bir “Faşist Konsey” kurulmasını teklif etmişti.
Üstünde “faşist konsey” kurulması teklif edilen TBMM, partinin belirlediği müntehib-i saniler (ikinci seçmen) eliyle oluşturuluyordu! Yani, halk, tek parti iktidarında, milletvekillerini değil, milletvekillerini seçecek CHP’lileri belirliyor, o CHP’liler de CHP’nin milletvekillerini seçiyordu. Milleti “muzır fikirler yatağı” olarak görüyorlardı. Peker için “demokrasi” portakaldı ve “Zigana Dağı’nın üzerinde portakal ağacı dikilmez”di. 36’dan 60’a kadar, kimi şahsi yükselişler istisna, varlıkları belirli mahfillerle sınırlı kaldı. Halkevlerine halk gitmiyordu, yaşam tarzlarında (!) kahvehane çok az olmuştu, cami, tekke, dergâh hiç yoktu, ümit kışladaydı! 50 ile 60 arasını kışlada çalışarak geçirdiler. Zira, 1953’te Baas Partisi’nin kuruluşu dünyanın başka yerlerinde yok olan ideolojilerinin Orta Doğu’da ma’kes bulabileceğine inandırmıştı onları.
27 Mayıs 1960, bir koalisyon içinde dönüş tarihleridir. Bir süre sonra o koalisyondan tasfiye edildiler lâkin yine içlerinden bazıları “tabi senatör”lük kopardı. 60 tecrübesinden çıkardıkları ders: 1-Kışla tamamen bizim olmayacak. 2-Zaten kışla yetmiyor.
KURBAN EDİLEN DELİKANLILAR
Harp Okulu dâhil, okullara alakâları 61 seçimlerinden sonradır. Üniversite gençliğinin arasına daldılar. Mezar taşına, “Bir inkîlapçının yegâne varlığı sinesinde yattığı toprak olmalıdır” diye yazdıranlarla fikir ve ülkü birliği yapmış Erzurumlu bir babanın oğlu Deniz Gezmiş ve diğerleri... O gençlerin inkîlapçı ülküleriyle kendi tahayyüllerine ortak bir zemin aradılar. Sonraları THKO ve THKP-C adıyla örgütlenecek üniversiteli gençler yoldaşları olmuştu. Kendileri ise Madanoğlu’nun ismi ile kodlanacak cuntanın mensubu olarak ordudaydılar. 9 Mart, zaferlerinin tarihi günü olacaktı. Ancak, “geleneksel devlet tecrübesine” yenildiler ve soluğu tutukevlerinde aldılar.
Dışarıda kalanlar için tek yol anarşiydi. İsrail Başkonsolosu Elrom, Eyüp Jandarma Komutanlığı’na ait Reo araçla ve yine bir astsubaya ait askeri hurcun içinde kaçırılır. Başkonsolosun kaçırıldığı ev Hava İstihbarat Yüzbaşı İlyas Aydın adına kiralanmıştı. Elrom, 22 Mayıs 1971 günü Nişantaşı’nda o evde şakağından vurulmuş olarak bulunur. “Elrom’u kim kaçırmış, kim şakağından vurmuş” diye soracak olursanız, cevabı bütün solcular ve sağcılar bilir: THKP-C örgütü veya Mahir Çayan. “İlyas Aydın’a ne oldu?” diye soracak olursanız ise solcular ve sağcılar arasında rivayet muhtelif. Öldü mü, öldürüldü mü, yaşıyor mu, ajan mıydı, ajan değil miydi...Herkese göre bir İlyas Aydın! Yine, Hava Teğmen Saffet Alp, Hava Üsteğmen Mehmet Balaban ve Hava Teğmen Cengiz Aker adına kiralanmış THKP-C evleri...ODTÜ’de yapılan aramalarda ele geçirilen silahlar ve subay elbiseleri...
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan darağacında olmak üzere, birlikte yürüdükleri bir çok delikanlıyı kurban ettikten sonra, son hamlelerini Faruk Gürler’in cumhurbaşkanlığı için yaptılar ve kaybettiler. Bu hikâyenin millete dair kısmı hüzünlüdür.
İÇLERİNDEN NE BİR DANTON NE DE ROBESPİERRE ÇIKARTABİLDİLER
Milletin önüne son defa 28 Şubat post-modern darbesinin en küçük unsuru olarak çıktılar. Darbeye ödünç vermek istedikleri ideolojinin müşterisi yoktu, tesirleri de Sultanbeyli’de ancak bir heykel dikilebilecek alanla sınırlıydı. İsrail’den memur edildiği tartışılan bir ismin gölgesinde ve gerisinde kaldılar. İçlerinden ne bir Danton ne de Robespierre çıkartabildiler. 60’da ve 71’de ellerine kan bulaşmıştı. Yani, 60’da ve 71’de cinayet failiydiler, 28 Şubat’ta daha kötüsü oldular.
Son 10 yılımızda farklı aktörlerle aynı film defalarca başa sarıldı. Hiç ders almamışçasına, 27 Nisan e-bildirisi, AK Parti’ye kapatma davası, 367 icadı ve son olarak 15 Temmuz darbe teşebbüsünde millete olan alerjileri nüksetti. “Katliam” yapacak, namluyu millete doğrultacak kadar gözleri döndü. Biliyorduk, “Muzır fikirler yatağı” olarak gördükleri milletin bağrında zaten hiç bir zaman yer aramamışlardı fakat bu defa milletin bağrını bombalıyorlardı.
“Parlamenter gelenek” diye millete yutturmaya çalıştıkları sistemdi kalkanları. Varlıklarını o sistemin zaafları ile korumayı başarıyor, özellikle koalisyon dönemlerinde adeta küllerinden doğuyorlardı.
MONARK MI CUMHURBAŞKANI MI?
Türkiye, ilk kez halkın seçtiği cumhurbaşkanı modelini, yetki ve sorumluluk düzenlemeleri yapılmadan yarım yamalak denemek zorunda kaldı. Önce Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adaylığına, şimdi de “cumhurbaşkanlığı sistemi”nde önerilen “partili cumhurbaşkanlığı”na karşıtlık, genellikle “bir cumhurbaşkanının ‘siyaset üstü’ veya ‘siyaset dışı’ olması gerektiği ilkesi”nden hareketle inşa edilmeye çalışılıyor. Peki, her fırsatta atıfta bulunulan bu ilke, demokrasinin, cumhuriyetin bir ilkesi mi? Kaynağını nereden alıyor?
CUMHURİYETÇİ MONARŞİNİN İLKESİ
“Siyaset dışı” ya da “siyaset üstü” bir devlet başkanı, demokrasinin değil, tek başına cumhuriyetin de değil, cumhuriyetçi monarşinin bir ilkesi. Avrupa'daki demokratik parlamenter rejimlerin hemen hemen yarısının monarşilerden oluşması sebebiyle, ortaya çıkmış, monarşilerden kalma bir miras. Bu ülkelerde çoğunlukla monarşinin demokratik parlamenter rejim açısından en büyük yararı, yansız ve partiler üstü, yani siyaset dışı bir devlet başkanlığını gerçekleştirmesi olarak görülüyordu çünkü seçimle gelen devlet başkanlarının tarafsız veya partiler üstü olması başka türlü mümkün değildi.
“Monarşi”lere tarihi bir perspektifle bakıldığında, seçme ve seçilme hakkına sahip her vatandaşın parlamentoya giremeyeceği veya halkın oylarıyla cumhurbaşkanlığı makamına oturamayacağı gerçeği ile karşılaşırız. Yani, cumhuriyetçi monarşilerde her vatandaş cumhurbaşkanı olamaz. Rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın danışmanlarından Prof. Dr. Hikmet Özdemir, “Atatürk’ten günümüze Cumhurbaşkanı Seçimleri” adlı eserinde, bu durumu "Cumhuriyet de aslında bir aristokrasi üretmiş olur. Bir tür yeni hanedanlık. Öncekilerden farkı kan bağına, bir nevi verasete dayanmayışıdır” diye ifade eder.
“Siyaset dışı” ya da “siyaset üstü” devlet başkanının, kökü, kökeni, özeti siyaset bilimi açısından böyle. O halde, bu ilkeden hareket eden CHP, gerçekte siyaset bilimi açısından devletin başında bir monark mı yoksa cumhurbaşkanı mı bulunmasını tercih etmekte veya önermekte?
Cumhurbaşkanına, “devletin başı” sıfatının yanı sıra “partiler arasında bir hakem” ya da “ombudsmanlık” rolü yüklenmesinden dolayı belki “siyaset üstü” tarifi yapılsa da, halkın oyuyla seçilecek bir cumhurbaşkanının “siyaset üstü”, “siyaset dışı” niteliklere büründürülmesine demokrasilerde pek rastlanmıyor. Kimi parlamenter rejimlerde, cumhurbaşkanına sembolik yetkiler verilmesi veya yarı başkanlık modelinde yetkilerinin güçlendirilmiş olması onun “siyaset üstü” veya “siyaset dışı” olmasıyla alâkalı değil.
HALKSIZ CUMHURBAŞKANI
2007 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 367 garabeti ile Meclis’e cumhurbaşkanı seçtirilmemesinin bir sonucu olarak Türkiye’de artık cumhurbaşkanlarını halk seçiyor. O gün 367 garabetinin içinde bir aktör olarak yer alanlar, bugün halkın önüne “siyaset üstü, siyaset dışı cumhurbaşkanı” formülü ile çıkıyor. Aslında durdukları yer hep aynı: “Halksız cumhurbaşkanı.”
DEMOKRASİ SANCAĞI
Recep Tayyip Erdoğan'ın “halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı” olması hali, aslında Türkiye'de adı konulmamış, parlamenter sistemin ardına gizlenmiş, ona yaslanmış “cumhuriyetçi monarşiye” karşı bir meydan okumaydı. Rahatsızlık da bundan. Türkiye’nin, Zigana Dağı’nın tepesine de Çankaya’ya da Beştepe’ye de bu zihniyetin “portakal ağacı” olarak gördüğü ama milletin canını siper ettiği “demokrasi” sancağını dikmesinden duyulan korku bu! “Muzır fikirler yatağı” olarak gördükleri milletin iktidar olmasından, devleti yönetmesinden duyulan “endişe” bu!