Biz Türkler, birey olarak da tolum olarak özür dileme ve özeleştiri kültüründen nasipsiziz. Hâlbuki özür dileme ve özeleştiri, uygar bir insan olmanın en başta gelen gereğidir.
Biz Türkler, birey olarak da tolum olarak özür dileme ve özeleştiri kültüründen nasipsiziz. Hâlbuki özür dileme ve özeleştiri, uygar bir insan olmanın en başta gelen gereğidir. Bilerek ya da bilmeyerek dışımızdaki insanları inciten, üzen bir yanlış yapıldığında o yanlışın itiraf edilmesi ve özür dilenmesi, çağdaş bir insan olmanın çok basit bir kuralıdır. Sanıldığı gibi bizi küçültmez, aksine güvenilirliğimizi arttırır. Batılılar bunu hiçbir komplekse kapılmadan çok kolay, çok rahat yapabiliyorlar. Geçekte ise böyle bir tutum biz Müslümanlara herkesten çok yakışır. Çünkü peygamberimiz insanların yanlış yapmasının tabii olduğunu belirterek yaptığımız yanlışları itiraftan çekinmememizi istemiştir. Bir kimse yanlışını itiraf ettiğinde de bu yanlışa muhatap olanların hiç mırın kırın etmeden bunları bağışlamasını emretmiştir. Şu hadis en güzel referanstır: “Sizin içinizde en kötü, en hayırsız olanlar; hata ve mazeret kabul etmeyenler, kusurları bağışlamayanlardır.”
Böyle bir referansa rağmen ne eskide ne yenide, hiçbir devirde bizim toplumumuz kadar özeleştiri kültürü oluşturamamış başka toplum azdır. Bireysel alanda, kişisel ilişkilerimizde böyle olduğu gibi toplumsal ve resmi hayatımızda da böyledir. Samimi bir özürle aramızdaki buzların eriyeceğini, inandırıcı bir pişmanlıkla kilitli kalplerin ardına kadar açılacağını düşünemiyor, böyle bir olgunluğu sevdiklerimizden bile esirgiyoruz. Feodalite Batıda doğmuş ve yaşamış olmasına rağmen “dediğim dedik, çaldığım düdük” şeklindeki etkisini en çok bizim üzerimizde göstermiştir. Bu yüzden her sözümüzün, her davranışımızın, her icraatımızın doğruluğu konusunda kendimize çok güveniyor, tersine bir ihtimale yer vermiyoruz. Kendimize böyle baktığımız için özür dilediğimizde, özeleştiri yaptığımızda bütün prestijimizin yok olacağını, itibarımızın dibe vuracağını, otoritemizin yok olacağını sanıyoruz.
Böyle sandığımız için de hemen her devirde ehliyetsizliği, kayırmacılığı, yanlışlığı, yolsuzluğu açığa çıkmış mevki ve makam sahiplerimiz özür dileyip istifa edeceklerine hiçbir şey olmamış gibi konumlarını korumaktadırlar. Bir Japon bürokrat böyle bir noktaya geldiği zaman istifa ile yetinmez, intihara kadar yol alabilir. Çoğu Avrupalı bürokrat ve devlet adamı da yanlış yaptığı, iltimas yaptığı, yolsuzluğa bulaştığı kanıtlandığında tereddütsüz istifaya başvurur. Biraz düşünüldüğünde Avrupalı çok sayıda politikacının, devlet adamının, bürokratın afişe olmuş yetersizlikleri, yanlışlıkları veya yolsuzlukları karşısında tereddütsüz istifaya başvurdukları hatırlanır. Böyle durumlarda istifa etmeyen Batılı son derece istisnadır. Bizde ise kural olarak değil, istisna olarak bile istifa eden hatırlanmaz. İstifa diye bir müessesenin olduğu bile bilinmez.
Avrupalının en önemli farkı, geçmişiyle yüzleşmek, günah çıkarmaktır. Hıristiyanlığın tarih boyunca Avrupalıya sağladığı en büyük kazanç; günahlarını, suçlarını itiraf etme geleneğidir. Bunu çok rahat yapabiliyorlar. Feodalite bu kıtada kurulmuş, burada hüküm sürmüş olmasına rağmen yaptıkları her şeyin doğru olduğu gibi feodal bir tutumda ısrar etmiyorlar. Kendimize bakınca bunun ne kadar imrenilecek bir erdem olduğunu anlayabiliyoruz. Türkiye’de sıradan vatandaştan her kademedeki yöneticiye kadar, “Ben ne istersem yaparım, yaptığım da doğrudur!” feodal mantığı geçerlidir. Kimsede hatasını kabul etme ve özür dileme olgunluğu görülmüyor. Çünkü dünyada hatasını kabul etmenin veya yanıldığını itiraf etmenin Türk insanı kadar kendisine zor gelen bir başka millet ferdi yoktur. Herhalde bu da az gelişmişliğin bir sonucudur. Bir insan için olgunluğun, medeniliğin şaşmaz kriteri; hatasını, yanlışını, eğer işini gerektiği gibi yapamıyorsa ehliyetsizliğini hiçbir eziklik duymadan, “yanılmak, başaramamak insancadır” deyip itiraf edebilmesi ve özür dileyebilmesidir. Bunun ötesi, aması maması yoktur!