Durumun aslı astarı, bir daha hiç kimse kalbimin ortasından böyle hendekler açarak geçemeyecek dedi, kadın!
Durumun aslı astarı, bir daha hiç kimse kalbimin ortasından böyle hendekler açarak geçemeyecek dedi, kadın! Bir daha hiç kimse gözlerimin bu denli parlamasına sebep olmayacak ve bir daha hiç kimse yüzümde oluşturduğun ama aslında kalbimdeki tebessümü göremeyecek.
Sevgili lütfen…Sevgili, bir daha bak. Bana, yüzüme, gözlerime, bende ki sana… Sevgili, tekrar duy sesimi. Heyecandan titreyen nefesimi duy… Sevgili, bir daha tut elimi. Sana doğru akan kan akışımı hisset… Son defa değil sevgili, bir daha ve çok kez daha. Dedi kadın. Ses yok…
Kadın bekledi. Gizli. Sessiz. Telaşsız ve sabırla. Neydi içinin bu katman katman ayrılmış haline rağmen, dışının buz kesmiş çelik hali?
Kadın uzaklara daldı. Sırlarla dolu. Ağzından tek bir kelime çıkmadan. Muhteşem, hatta yorucu bir oyunculuk performansıyla.
Düşündü kadın… Yeteri kadar sevdiğini, aşkını, kalbinden geçenleri anlatabilmiş miydi? Yeteri kadar elleri saçlarında dolaşmış mıydı? Kokusunu hiç unutmayacak kadar içine çekmiş miydi? Yeteri kadar beraber kahkaha atabilmiş miydi, mesela. O çok sevdiği şehri el ele gezebilmiş miydi? Beraber sevmediklerini, en sevdiklerine dönüştüre bilmiş miydi? Keşkeler var mıydı? Hayır, yoktu. Ya da vardı da vakit yoktu. Elinden gelenin en iyisini yapabilmişti. En başından biliyordu, adam gitmek zorunda kalacaktı. Bitecek ve gidecekti. O anları kıymet bilmeliydi sadece. Sevmeliydi, şöyle en sevdiği yemeği yerken dilini damağına değdirip uzatabileceği kadar o lezzeti uzatmalıydı. Tadını çıkarmalıydı. Sanki biliyordu da, ondan kısa cümleler kurdu. Bildiği tüm soru ve sorunları konuşmadı hiç. Sadece en güzel yapabildiklerini yaptı. Güldü, sevdi, kokladı. İçinde deli bi özlem vardı ama hiç pişmanlık yoktu. Kızgındı ama çok sakindi. Ona kaderin sunduğunu en sınırlı zamanda en güzel şekilde yaşamak dışında, yapabilecek neyim vardı? dedi, sessizce… “Beni hiç düşünüyor mudur? Beni kötü anıyor mudur?” sence dedi... Cevap alamadı. Özleniyor muydu? En merak ettiği buydu aslında, soramadı. Kendi cevapladı. “Tabi ki canım özlüyordur’’ Onu çok güzel sevmişti nihayetinde. Neden bunu anlamasında “kötü’” desin ki? Neden böyle güzel sevgiyi özlemesin ki? Peki ya, kızgınsa. Bak işte kızgın olabilir. Ama ‘’ben, ölümü yaklaşan bir kedi gibi yuvayı terk etmiştim sadece’’ dedi, kadın. Gözleri doldu…
Biliyorum. Allah onu bana beni de ona bağladı. Sonra da, ipi kopup da yere saçılan mavi boncuklar olduysa bu hikayede, bir sebebi olmalıydı. Sadece sevgi, kırgınlık, kızgınlık ve birkaç güzel anı değil. Bu sefer çıkarılacak ders de olmamalıydı. Hikaye bundan ibaret olamazdı. Farklı bi son gerekiyordu bu sefer. Bu isyan ya da öfke değil. Biliyordu hatta emindi kadın…
Belki, dedi. Çok da geç olmadan, bir Gümüşlük gün batımında tekrar rastlayacaklardı. Randevusuz, yalnız, beklentisiz. Kocaman gülümseyecekler birbirlerini gördükleri ilk an. O gülümseme o kadar canlarını acıtacak ki, gözleri dolacak. Ne gülmelerine ne de ağlamalarına engel olamayacaklar. Ağızlarından çıkacak ilk cümle umurlarında bile olmadan, birbirlerinin kokularına doğru koşar adım ilerleyecekler. Orda kimse onları izlemeyecek ama herkes bilecek. Büyük ve beklenilen bir kavuşma olduğunu. Ve yine birbirlerinin gözüne ışık, yüzüne renk olacaklar. Ve kendi ölümü bile adamın kucağında bekleyecek bu sefer. Dedi kadın. Adının seslenişiyle irkildi. Önündeki sudan bir yudum aldı, ıslanan gözlerini sildi. Gülümsedi yine masadaki arkadaşlarına, Oscar’lık…