Şimdi gözünüzde canlandırın. Bizde Ali Ağaoğlu neyse Amerika'da Trump odur.
Şimdi gözünüzde canlandırın. Bizde Ali Ağaoğlu neyse Amerika'da Trump odur. Birbirlerine hem zarf, hem de mazruf olarak benzerler. Öncelikle ikisi de müteahhit. İkisi de çok zengin. İkisi de servetini emlaktan yapmış. Yani, arazilerden, inşaat işlerinden. Sonrasında ikisi de gösterişi seviyor. "Param var" diye bağırmaya bayılıyorlar. Daha doğrusu paralarını başkalarının gözüne sokmayı seviyorlar. İkisinin de seveni ve sevmeyeni var. Sevenler çok seviyor, sevmeyenler hiç sevmiyor.
Benzerlikler bununla da sınırlı kalmıyor. İkisinin de kadınlarla ilişkileri aynı düzeyde. Trump çok sayıda evlilikleriyle biliniyor. Ağaoğlu ise tek evlilik ve çok sayıda sevgilileriyle. Anlaşılan iki meslektaş da güzel kadınları seviyor. Çevrelerinde güzel kadınlar olsun istiyor. Trump bir top model ile evlenirken, Ali bey top modelleri sevgili yapıyor. İlgi duydukları coğrafya bile aynı. Doğu Avrupa.
Trump sevgililerine ve eşine hediye almayı sever mi ben bilmiyorum. Ama Ağaoğlu seviyor. Bir de otomobiller konusunda bizim tarafın ne kadar tutkulu olduğunu ortada ama Trump hakkında bir bilgim yok. Bu kadar benzerlik varsa sanki bu konularda da ortak zevklere sahiplerdir gibi geliyor.
Ağaoğlu ve Trump arasındaki benzerlikler bununla da sınırlı değil. Mimari zevkleri bile aynı. Ağaoğlu, altın rengine, büyük devasa binalara, gösterişli mobilyalara bayılıyor. Trump da benzer. Belli başlı binaları o kadar gösterişli ki, süsten içine girilmiyor.
Aralarındaki tek fark politika konusunda. Trump politikayı tercih edip bu yolda çalışırken, Ali Ağaoğlu, ucundan bile bulaşmıyor. Trump artık yeni inşaatlar yapmayacağını, işlerini çocuklarına devrettiği açıklarken Ali Ağaoğlu hala işinin başında.
Ve benim görüşüm inanın, Ali Ağaoğlu Amerikan Başkanı olsa, ülkeyi Trump'tan daha iyi yönetir. En azından ayırımcılık yapmaz. En azından kavga çıkartmaya bahane aramaz.
Fena halde kişisel futbol tarihim
Önceki akşam Beşiktaş-Fenerbahçe maçını izledim. Fark ettim ki 2000 yılında Galatasaray'ın Avrupa Şampiyonu olduğu Kopenhag'daki maçtan beri ilk kez bir stada girmişim. Ondan da bir 15 yıl öncesi var, Türkiye'de maça gitmişliğim. Dolayısıyla son 30 yılın bütün çarpıcı değişimlerini anlatabilirim. Çünkü, bıraktığım statlar ile şimdi gördüğüm arasında neredeyse bin yıl var.
Öncelikle bugüne dair izlenimlerimin müthiş olduğunu söyleyebilirim. Çünkü stat önünde ne bir kuyruk, ne bir kargaşa gördüm. Maçtan 10 dakika önce gelenler içeriye sakince giriyordu. Kuyruk bile yoktu. Güzel kafeler, lokantalar dolmuştu ortalığa. Beşiktaş'ın Arena stadı gerçekten mimari ustalık barındırıyor. Belki kupa maçı olmasından dolayı ortam sakindi. Hatta stadın bir köşesini Fenerbahçeli taraftarlara bile vermişlerdi. Buraya kadar anlattıklarım zaten sizin bildikleriniz. Bilmediğiniz kısmı benim kişisel tarihimdeki karşılaştırmalar.
Öncelikle eski adı İnönü olan stada gittiğimde bir Galatasaray-Fenerbahçe maçıydı. Uzun kuyruklar stadın çevresini turluyordu. Güç bela bir kuyruğa girdiğinde maçın başlamasına 10-12 saat falan olmalı. Sonrasında bekliyordun. Bekliyordun. Ve birden bire kavgalar çıkıyordu. Ben birinin içinde kaldım. İki taraf taşlar ve sopalarla kapıştı. Öyle bir taş sağanağı ki, kaçman mümkün değil. Ben o gün bir hayli darbe almıştım. Kafama gözüme. Hadi azgın taraftarlardan kurtuldunuz. Bu kez karşınıza polis çıkıyordu. Onlarda kim uslu, kim değil ayırt edemediği için bu kez cop yiyordunuz. Sonrasında bir de fiziksel itiş kakış faslı vardı. İnsan seli içinde boğulur gibi olurdunuz.
Hadi güç bela stada girdiniz, bu kez bakalım yer var mıydı? Tabii ki yoktu. İsteyen istediği yere oturuyor, yer tutuyor ve yer kapıyordu. Tuvalete gittiğinizde ise döndüğünüzde yerinizde bir başkasını bulabiliyordunuz.
Benim futbol izleyiciliği maceram işte bu maçla son buldu. Bir daha dayak yemek için bu statlara gitmedim. Belli ki çok şey kaçırdım. Ama en azından fiziksel sağlığım yerinde kaldı. Tabii, fanatik bir taraftar olmadığım için de ruh sağlığım.