BÜTÜN GİDENLERİ GERİ ÇAĞIRALIM

Alican DEĞER 10 May 2016

Alican DEĞER
Tüm Yazıları
Türkiye'de 20 bilemediniz 25 bin kişilik bir Musevi topluluğu var. İstanbul'un herhangi bir mahallesinden az sayıda yani. Büyük çoğunluğu da Sefarad.

Türkiye’de 20 bilemediniz 25 bin kişilik bir Musevi topluluğu var. İstanbul’un herhangi bir mahallesinden az sayıda yani. Büyük çoğunluğu da Sefarad. Yani İspanya’da engizisyon zulmünden kaçan ve Osmanlı’ya sığınan kişilerin torunları. 500 yıl evvel yaşanan bu olay, değil o zaman, şimdilerde bile örnek bir insani davranış. İspanya 500 yıl evvel ki ayıbını örtmek, belki de kendince üzüntüsünü bildirmek için Sefarad Musevilere vatandaşlık veriyor. İsteyen Sefarad üyesi (belki detay şartlar vardır) İspanya, dolayısıyla da Avrupa Birliği vatandaşı olabiliyor. Bu 500 yıllık bir hak. Bana göre son derece de doğru.

Çerkez kökenli kimi dostlar Kafkasya’da dede topraklarından vatandaşlık alabiliyor. Bunun siyasi bir anlamı yok. Ama insanlar kökenleri ile birlikte var olmaktan mutlu. Türkiye’ye Turgut Özal zamanı gelmek zorunda kalan Bulgaristan Türkleri büyük zorluklar çekti. Ancak daha sonra devir değişti, Bulgaristan Avrupa Birliği’ne geçti. O zamanlar Türkiye’ye sığınan Bulgaristan Türkleri şimdi Avrupa Birliği vatandaşı. Batı Trakya Türkleri büyük zorluklar ve ayrımcılıklar çekti. Yunan onlara kötü davrandı. Türkiye’de yaşamaya başlayanlar da dahil Avrupa Birliği vatandaşı oldu. Bir dostum vardı. Dedesi 1929’da Kıbrıs İngiliz toprağı sayılırken Türkiye’ye sürülmüş. Geçen ay bu durumu biraz karıştırdı. Kuzey Kıbrıs’ta bir avukat buldu. Güney’e geçtiler ve bir mahkemeye çıktılar. Mahkeme tek celsede, arkadaşıma ve ağabeyine vatandaşlık verdi. 15 yaşındaki oğlu ve eşi de da otomatikman vatandaşlık aldı. Üstelik dedesinden kalan birkaç parça arazi bile tesbit etti.

Vatandaşlık da tıpkı arazi gibi miras yoluyla geçebilen bir hak.

Türkiye’de milyonlarca göçmen dediğimiz Balkan ve Yunanistan kökenli insanımız bulunuyor. Balkan göçü, Yunan bağımsızlığı, Balkan savaşları ve Birinci Dünya Savaşı derken tarihin en büyük göç olaylarından biri. Daha sonrasında mübadele. Hepsinin şimdi Avrupa Birliği üyesi olan o topraklarda hakları var. Mirasları var. Keza Türkiye’den giden veya gönderilenlerin de buralarda hakları var. Benim önerim, elimizde aile kayıtlarının bulunduğu en eski tarih hangisi ise, o tarihten bu yana Türkiye’den giden veya gitmek zorunda kalanları vatandaşlığımıza tekrar davet edelim. Yaşamasalar bile vatandaşımız olsunlar.

Bu olağanüstü bir barış projesi olmaz mı?

İster mübadil, ister 6-7 Eylül’de kaçan, ister ise 1914’de gönderilen olsun. Osmanlı vatandaşlarının veya genç cumhuriyetin yurtdaşlarının torunlarıyla tıpkı dedelerimizin yaptığı gibi tekrar aynı pasaportu paylaşamaz mıyız? Bizler devasa bir imparatorluğun kılıç artıklarıyız. Sığındığımız son yer burası. Siyasi gelişmeler ile o dönemki kardeşlerimizden kopmuş olabiliriz. Bu önerim yeniden bütünleşme fırsatı olmaz mı?

Valla siyasi fıkra değil

Karpuzcu Baba öldü

Sabrı ile ünlü bir şeyh varmış. Mesleği karpuzculuk olduğu için Karpuzcu Baba olarak tanınırmış. Uzaktaki müridlerinden biri onu sınamak istemiş. Dükkanına gitmiş. Karpuzcu Baba: “Buyur evladım ne istedin?” Kocaman bir yığın halinde duran karpuzların en altındakini işaret etmiş. Karpuzcu Baba hiç dert etmeden bütün karpuzları başka bir kenara ayırmış ve istediği karpuzu vermiş. Karpuzu eline alan mürid şöyle bir incelemiş ve beğenmediğini söylemiş. Bu kez yine yanda yığılı duran karpuzların en altındakini işaret etmiş. Karpuzcu Baba ter içinde bir kez daha ilk seferki işlemi yapmış. Sonra bir kez daha sonra bir kez daha. Mürid düşünmüş, “İşte bu benim Şeyhim olabilecek biri.” Aradan zaman geçmiş Karpuzcu Baba Hakkın rahmetine kavuşmuş. Bu kez yerine Testici Baba geçmiş. Aynı Mürid bu kez yeni Şeyhini sınamak istemiş.

Testici Baba’nın testici dükkanına gitmiş ve bir yığın halinde duran testilerin en altındakini işaret etmiş. Testici Baba, bir zamanlar tıpkı Karpuzcu Baba’nın yaptığı gibi bütün testileri kenara ayırmış ve istediği testiyi vermiş. Mürid yine eskiden yaptığı gibi beğenmediğini söyleyip yandaki yığının en altındakini işaret edince, Testici baba gürlemiş, “Ulan bana bak. Karpuzcu Baba öldü, tedrisat değişti. Sçrım ağzına.”

Konyalı Hamlet

Haberi ilk kez okuduğumda tanıdık geldi. “Acaba eski bir haberin devamı mı?” diye düşündüm. Sonra bir kez daha okudum. Hayır, haber yeniydi ama konu çok eskiydi. Konya’nın Çumra İlçesi’nde müzisyenlik yapan Sami Ekmekçi 1990 yılında, 27 yaşındayken aniden ortadan kayboldu. 6 ay önce taa Avustralya’dan Konya polisine bir mail geldi. İhbarda Sami Ekmekçi’nin eşi Safiye Demirci ve erkek kardeşi Ali Ekmekçi arasında ilişki olduğu, bu dedikoduların ardından da ortadan kaybolduğu bildirildi.

Ekipler, geçen Salı günü Konya’da yaşayan fırıncı şimdi 49 yaşındaki Ali Ekmekçi ve İstanbul’da bir barda çalışan 45 yaşındaki Safiye Demirci’yi gözaltına aldı. Ali Ekmekçi ifadesinde, yengesi Safiye Demirci ile ilişki yaşadığını bu nedenle de ağabeyini, yengesinin yardımıyla yatak odasında sopayla döverek öldürdükten sonra battaniyeye sardığı cesedi, bir su kuyusuna attığını söyledi. Ali Ekmekçi ve Safiye Demirci çıkarıldığı mahkemece 20 yıllık zaman aşımı nedeniyle adli kontrol kararıyla serbest bırakıldı. Öldürülen müzisyenin oğlu Yasin Ekmekçi ise yıllardır kayıp zannederek aradığı babası Sami Ekmekçi’yi annesi Safiye Demirci ve amcası Ali Ekmekçi’nin öldürdüğünü öğrenince şoke oldu. Her gece rüyasında annesi ve amcasının, babasını öldürdüğünü gördüğünü belirten Ekmekçi, ”Her gece rüyamda annem ve amcamın, babamı bir bahçe de öldürüp, oraya gömdüğünü görüyordum. Sanki rüya değil, gerçek gibiydi. Akrabalarıma falan durumu anlattım ama onlar rüya olduğunu söyleyip inanmadı. Ama rüyam gerçek oldu” dedi.

Haberin sonunda “İşte bu” dedim. “Bu Hamlet yahu” Shakespeare’nin 400 yıl önce yazdığı ünlü eser. Hani şu elde kafatası “Olmak ya da olmamak” denilen. Hamlet 400 yıl sonra Konya’da tekrar etmişti. Hamlet’in annesi ve amcası bir olup babasını öldürmüştü. Üstelik biri babasının hayaleti ile konuşurken diğeri rüyasında görmüştü. Hani ünlü bir tartışma vardır. Sanat mı hayatı taklit eder, hayat mı sanatı diye. Burada hayat sanatı taklit etmişti. Gerçi biraz fark vardı. Öldürülen Danimarka kralı değil, Konyalı müzisyendi. Eee bu da bizim farkımız olsun.

Zaten iki gıdımlık itibarımız var

Reklamcılara, tüm bu işten ekmek yiyenlere, metin yazarlarına, yönetmenlere, her kim nasıl bu işe dokunuyorsa hepsine bir ricam var. Bizim zaten güç bela ayakta tutmaya çalıştığımız iki gıdımlık itibarımız var. Ona da göz dikmeyin, ortak çıkmayın lütfen. Ne oldu diyeceksiniz? Aslında olan biten birşey hem yok, hem var. Yok çünkü, herhalde bunu benden başka kafaya takan yok. Var çünkü, reklamcılar sanki haber bülteni sunarmış gibi davranıp yeni ürün tanıtımı veya başka birşeyin reklamını yaptıklarında amaçları belli. Habercilerin güvenilirliğinden faydalanarak reklamlarına inandırıcılık katmak.

Ama biz zaten güç bela, kavga dövüş itibar sağlamaya çalışıyoruz. Kimi zaman birbirimizle, kimi zaman siyasilerle, kimi zaman ise başka devletlerle kendimizce kapışıyoruz. İnananımız var, inanmayanımız var. Buna bir de siz ortak çıkmayın. Tanıtımını yaptığınız ürün çok iyi olabilir. Başka türlü tanıtın lütfen. Yoksa, “Habercilere yaslanmaktan başka yapabilecekleri birşey yok “ diye düşünebilirim mazallah.