İSLAM DÜNYASI NEDEN GERİ KALDI? - II: YETERSİZ SERMAYE BİRİKİMİ VE PİYASA MEKANİZMASININ OLUŞMAMASI

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Yazı dizimizin bu kısmında İslam Dünyası'nın neden geri kaldığını cevaplamaya devam edeceğim. Fakat bu tarihsel sürecin farklı yönlerden incelenebileceğini de söylemiştim.

Toplumsal gerçeklik ve bu gerçekliğin içinden geçtiği dinamik süreç çok farklı yönlerden incelenebilir. Bu anlamda toplumsal gerçekliğin hangi kısmına odaklanılacağı sosyal bilimci için önemli bir sorunsaldır. Nitekim geçen yazıda sosyal bilimcilerin çalışma yöntemi ve dünya görüşleri arasında bir bağlantı olduğunu şöyle açıklamıştım:

“Sosyal bilimci toplumsal gerçeğin sadece bir kısmını açıklayacaksa, hangi kısmını açıklayacaktır? Burada dünya görüşü devreye girer. Liberal dünya görüşüne sahip sosyal bilimciler bireysel özgürlüklerin ne derece geçerli olduğunu, piyasa mekanizmasının çalışması için gerekli olan şartları, girişim gücünü ve rekabeti vurgularken, sosyalist görüşte olanlar ise toplumsal hayatı sınıf çatışması, gelir dağılımı dinamikleri ve sömürü çerçevesinden ele alırlar. Daha milliyetçi bakış açısına sahip olan idealistler ise toplumsal değişim ve başarıyı milli kültürün sağlıklı ve kendi köklerinden gelişmesi, milli kimlik ve değerlerin geliştirilebilme kapasitesi ve dayanışma ile açıklarlar. Muhafazakâr ve dini görüşleri öne çıkaran aydınlar ise toplumun ilerlemesini dini inancın ve anlayışın en saf ve temiz bir şekilde yaşanmasına, toplumsal gerilemeyi ise dinin temel değerlerinden, inanç ilkeleri ve erdemlerinden uzaklaşmaya bağlarlar. Kurumsalcılar ise iktisadi ve toplumsal değişimi incelerken toplumsal kurumların ve siyasi yapının gelişmeye uygun olup olmadığına önem verirler.”

Biz İslam Dünyasının geri kalma sebeplerinden hangisini vurgulayacağız? Benim tercihim her yazıda bir konuyu ele almak… Pekiyi konu başlıkları ne olacak? Yukarıdaki geçen yazıdan yaptığım alıntıda görüleceği üzere temelde bazı konu başlıkları var ve ben bunları aşağıdaki gibi sıralıyorum: Birincisini sermaye birikimi, piyasa mekanizmasının sağlıklı bir şekilde oluşumu ve bireysel haklar olarak belirleyelim. İkincisi, birinciyle çelişkili olsa da, gelir dağılımı, sınıf çatışması ve sömürü kavramları üzerine temellendirilir. Üçüncü olarak milli kültür ve milli kimliğin oluşumu ile bu milli kimliğin zaman içinde kendi dinamikleriyle gelişebilme potansiyelini söyleyebiliriz. Dördüncü olarak toplumsal kurumların açıklık, şeffaflık ve kapsayıcılık düzeyleri değerlendirilir. Beşinci konu başlığı da coğrafi konum ve etkileri olabilir. Bu konu başlıklarının hepsini teknolojik değişim, teknik ilerleme ve toplumun üretkenlik düzeyi ve ilerleme hızlarına olan etkileri özelinde değerlendireceğim. Ben bugünkü yazımda birinci konu başlığı çerçevesinde sorunu ele alacağım. Zaten yazının başlığı da bu duruma temas ediyor.      

GERİ KALMANIN BİRİNCİ SEBEBİ: YETERSİZ SERMAYE BİRİKİMİ VE GİRİŞİM KÜLTÜRÜ EKSİKLİĞİ

İslâm Dünyası neden geri kaldı? Kapitalist üretim biçiminde sisteme ruhunu veren üretim faktörü sermayedir. Ancak sermaye de farklı tiplere ayrılır: Fiziki sermaye, altyapı sermayesi, beşerisermaye ve mali sermaye… Fiziki sermaye üretimde kullanılan her türlü makine, teçhizat ve alet edevattır. Alt yapı sermayesi genelde bütün topluma ortak fayda sağlayan kamu malı niteliğindedir ve ulaştırma, şehircilik, haberleşme ve enerji altyapısı olarak tanımlanır. Beşeri sermaye hem toplumsal hem de bireysel anlamda üretimde kullanılan bilgi düzeyini gösterir. Bu ilk üç sermaye tipi üretimde birbirini tamamlayan üretim faktörleridir ve her iş kolunda bunların kullanım alanları farklılaşır. Dördüncü sermaye tipi olan mali sermaye ise üretimin ve dolayısıyla diğer sermaye tiplerinin finansmanı için gerekli olan fon birikimini gösterir. Bu açıklamalar çerçevesinde sermaye birikimi hem fiziki, beşeri sermaye ve altyapı sermayesine yapılan yatırımları ifade eder hem de bu sürecin finansmanında kullanılan mali sermayenin birikimini sağlayan tasarruf yapabilme kapasitesini gösterir. Bu anlamda ele alacak olursak 19’uncu Asra gittiğimizde İslam Dünyası’nın tamamında sermaye birikim sürecinin yetersiz kaldığı net bir şekilde gözlemlenir. 

Her şeyden önce yetersiz sermaye birikiminin iki temel sebebi olabilir: Yetersiz tasarruflar ve girişim kültürünün zayıflığı. İlk üç sermaye tipinin gelişimi için, yani fiziki sermaye yatırımları, altyapı yatırımları ve eğitim ve bilime yatırımların finansmanı için ilk önce mali sermayeye ihtiyaç vardır. Bu da yeterli tasarrufları sağlayacak bir milli gelir düzeyini, bu tasarrufları toplayacak ve yatırıma sevk edecek bir finans sistemini gerektirir. Ancak ne kadar yüksek gelir sahibi olsanız ve ne kadar kuvvetli bir finans sektörüne sahip olsanız da, finans sektöründen gelen fonlara yaratıcı ve kârlı işlere aktarabilecek bir girişim gücünüz yoksa, para, zaman ve çaba heba olur. Girişim gücünün gelişebilmesi için merkezi hükümetlerin çok ağırlıklı olmadığı, fonların büyük kısmını kendine çekmediği, ticaretin canlı olduğu ve ticaret kültürünün yaygın olduğu, ticaret merkezleri olarak şehirlerin merkezi idarenin baskısından belli ölçüde bağımsız yapıda olduğu bir toplumsal ortam gerekir. Güvenli ticaret yollarının varlığı ve nehir ve deniz ulaşımının gelişmiş olması da önemlidir.

Orta çağ ve yakınçağda ticaretin ana belirleyicisi İpek ve Baharat Yolu üzerinden geçen uluslararası ticaret hatlarıydı. İslam Dünyası’nın orta çağdaki parlak medeniyet düzeyinin birinci sebebi uluslararası ticaret yollarına hakimiyettir. Bu yollardan akan ticaret İslam ülkelerinde servet birikimine ve yollar üzerinden bulunan şehirlerin gelişmesine yol açıyordu. Büyük şehirler, tercihen limanı olan şehirler kozmopolit yaşam tarzıyla kültür ve sanatın gelişmesine de olumlu katkıda bulunurlar. Bu şehirlerde tüccar sınıfı ilkel ticaret sermayesini biriktirir. Sermaye birikiminin 16’ıncı asırdan itibaren giderek azaldığını söyleyebiliriz. Bunun ana sebebi de ticaret yollarının değişmesidir. Artık İpek ve Baharat yolu üzerinden Akdeniz ticareti eski potansiyelini kaybetmişti. Yeni Dünyanın keşfi ve okyanus ticaretinin öne geçmesi, okyanus kıyısında limanları olan ve okyanus gemiciliğini geliştirmiş ülkelerin işine yaradı: İngiltere, İspanya, Portekiz ve Hollanda. 

Ticaret yollarının değişmesi dışında İslam Dünyasının Batıdan önemli bir farklılığı toplumların tüccar toplumlardan ziyade askeri toplumlar olmasıdır. Başta Osmanlı olmak üzere, bütün İslam ülkelerinde birey hakları, bireysel inisiyatif ve yaratıcılık desteklenen kavramlar değildi. İnsanlar cemaatler şeklinde sınıflandırılıyordu. Ticaret kapalı lonca gruplarının tekeline bırakılmıştı. Böyle bir ortamda mucitlerin, filozofların ve sanatçıların yetişmesi zorlaşmaktaydı. Şehirler askeri valilerin yönetiminde idi, şehirlerin yönetimine o şehrin ileri gelenlerinin de ortak olması düşünülemezdi. Tersine Batı’da şehirler Kilise’nin ve Aristokratların yetkisinin azaldığı, yönetiminde tüccar ve burjuva sınıfının söz sahibi olduğu, görece bireysel özgürlüklerin daha fazla olduğu mekânlardı. Artan ticaret ve gelişen ticaret burjuvazisi sanatı, felsefeyi ve bilimi destekler mahiyetteydi. Girişim kültürünün oluşmasında önemli bir unsur da özel mülkiyetin olmasıdır. 16’ıncı asırda İslam Dünyası’nın büyük bir kısmı Osmanlı Hükmü altındaydı ve Osmanlı Düzeni tam anlamıyla özel mülkiyetin hâkim olduğu bir düzen değildi. Müesses nizamım temeli askeri ihtiyaçlar idi. Çoğu zaman fiyatlar merkezi otorite tarafından belirlenir, ulaştırma ve nakliye bile askeri amaçlar temelinde şekillenirdi. Bu şartlarda bir burjuva sınıfının oluşması ve bir girişim kültürünün gelişmesi pek mümkün değildi. Fiyatların merkezden belirlendiği, zenginlerin burjuvaya dönüşmediği, toplumun dini cemaatler olarak örgütlendiği, özel mülkiyetin sınırlı olduğu bir toplumda ne piyasa gelişir ne de girişim kültürü. Buna ticaret yollarının değişmesi ile gelen gelir ve servet kaybını ekleyelim. 16’ıncı Asırda büyük ticaret şehirleri olan Erzurum, Amasya, Sivas, Bursa, Şam ve Halep gibi şehirler yüzyıllar içinde fakirleşmiş ve kasabalara dönüşmüştü. Öyle ki, 19’uncu Asra geldiğimizde İslam Dünyasının en önemli ticaret merkezleri İstanbul, Beyrut, Kahire ve Selânik’ten ibaretti. Hindistan ve Türkistan sömürgeleşmiş olduğu için bu ülkelerdeki şehirlerin denetimi de Batılıların elindeydi. 

Sermaye birikiminin önündeki bir engel de finans kesiminin yetersizliğiydi. Daha 14’üncü Asırda İtalya’da çift düzen hesap uygulanmakta ve serbest bankacılık gelişmekteydi. Hollanda ve İngiltere gibi deniz ticaretine hâkim ülkelerde hızla borsalar gelişiyordu. Sömürge ticareti bir nevi ilkel anonim şirketler olan kumpanyalar vasıtasıyla idare ediliyordu. İslam Dünyasında bankacılık yok muydu? Para vakıfları üzerinden İslâmi usullerle bir bankacılık sistemi gelişmişti ancak bu da sıkı devlet kontrolünde olarak ilerliyordu. Neticede, bugün dahi devam eden problemlerin temeli gücümüzün zirvesinde olduğumuz 16’ıncı Asırda atılmıştı. 

Pekiyi sınıf çatışması ve sömürü temelli bir analiz yaparsak ne demeliyiz? O da bir sonraki yazıda…