Tanrısı, kitabı, peygamberi itibariyle tek bir Müslümanlık olduğunda şüphe yoktur. Ama bu tek Müslümanlığı kabul eden toplumların, milletlerin anladığı, yorumladığı ve yaşadığı şekilde farklı, değişik Müslümanlıklardan bahsetmek de imkân dışı değildir.
Tanrısı, kitabı, peygamberi itibariyle tek bir Müslümanlık olduğunda şüphe yoktur. Ama bu tek Müslümanlığı kabul eden toplumların, milletlerin anladığı, yorumladığı ve yaşadığı şekilde farklı, değişik Müslümanlıklardan bahsetmek de imkân dışı değildir. Dolayısıyla İslam’ı Türklerin anladığı, algıladığı, yaşadığı şekliyle bir Türk Müslümanlığından da pekâlâ bahsedilebilir. Böyle bir anlayış asla İslam’ın değiştirilmesi, kaynağına yabancılaştırılması, reforme edilmesi anlamına gelmez. Türkiye’de muhafazakâr İslamcı kesimin bazı entelektüelleri; “Türk Müslümanlığı” adlandırmasına, “Türk Müslümanlığı, devletin yönlendirdiği, orijinal köklerinden ve evrensel ilkelerinden uzaklaştırılmış bir Müslümanlıktır.”, “Türk Müslümanlığı, vahye dayalı bir dine insan eliyle müdahale etmek, onu ilahi köklerinden koparmaktır.” gibi gerekçelerle itiraz ediyorlar.
Bu konu on beş yıl kadar önceki bir Ramazanda bazı TV kanallarında yayımlanan din programlarında önemli bir gündem oluşturmuş; arkasından yazılı basına da yansıyan ciddi tartışmalar yaşanmıştı. Özellikle yazılı basında, üzerinde yoğun ve sert polemikler yapılmış olan “Türk Müslümanlığı” kavramsallaştırması; bu polemikleri hak edecek kadar girift, karmaşık, içinden çıkılmaz bir söylem değildi.
O günlerde, halkımız gibi aydınlarımız da birbirini anlama çabası göstermeden karşılıklı atıp tuttular. Örneklerini verdiğimiz gibi tutarsız, temelsiz tezler ürettiler. Bunlar konuya açıklık ve aydınlık getirecek tespitler olmaktan uzaktı. Aşırı abartılmış, “Türk Müslümanlığı” ile anlatılmak istenenin çok uzağında yorumlardı.
İşin doğrusu şudur: Türk Müslümanlığı spontane bir olgudur. Birtakım manipülâsyonlar sonucu meydana çıkmamıştır. Türklerin Müslüman oluşlarından itibaren yaşadığı; Müslüman olmadan önceki ve sonraki kültürlerinden, örf ve adetlerinden renkler kattığı Müslümanlıktır. Bu durum sadece Türklere has da değildir.
Araplar da Müslüman olduktan sonra İslam öncesi örf ve adetlerinden, yaşama tarzlarından makul ve güzel (maruf) olanlarını peygamberimizin izniyle devam ettirmişlerdir. Türk Müslümanlığı ile anlatılmak istenen bundan farklı bir şey olamaz. Dinin aslına, vahiyle kesinleşmiş olan itikat, ibadet ve ahlak kurallarına (nasslara) yan çizme söz konusu değildir.
Dini yaşamada ve uygulamada her Müslüman ülkede ufak tefek ayrılıklar bulunduğu zaten bilinmektedir. Elbette bu Türkler için de geçerlidir. Sözgelişi, Türk Müslümanlığının daha hoşgörülü olduğunu, dinin özünde var olan hoşgörüyü başka Müslüman ülkeler gibi daraltma yoluna gitmediğini kim kabul etmez? Mevlânalar, Yunuslar, Hacı Bektaş-i Veliler her Müslüman toplumdan çıkıyor mu? Ramazanı yaşamak, teravih kılmak, kandil gecelerini değerlendirmek, bayramlaşmak, cenaze törenleri, Kur’an ve mevlit cemiyetlerindeki uygulamalar hangi Müslüman ülkeyle tıpa tıp aynıdır? İslam mimarisinde, diğer İslam sanatı dallarında bir Türk stili olduğu bir gerçek değil midir? Hat sanatını güzelliğinin zirvesine Türk hattatları taşımamış mıdır? Mahya (Ramazanlarda minareler arasına ışıklarla yazı yazma sanatı)’nın bütünüyle bir Türk icadı olduğunu, yüzyıllardır yalnız Türklerce uygulandığını kim kabul etmez? Ord. Prof. Süheyl Ünver, mahya ile ilgili olarak şu sözleri naklediyor:
“Yabancı bir seyyah demiş ki, Türklerin yeryüzünde medeniyet adına hiçbir eserleri bulunmasa bile gökten yıldızları indirip onlarla mahyayı icat etmeleri onları medeni yapmak için tek başına yeterlidir.” Söylenecek odur ki; kabul edilse de edilmese de, Türk Müslümanlığı diye bir realite vardır ve bu, Yüce İslam Dini‘nin Türklere özgü yaşama ve uygulama biçimidir.