Yazıya oturunca zihnim, kırk yıl önceki köy odamıza götürdü beni. Gelin hep beraber misafir olalım uzun kış gecelerinin yegâne düşünme, öğrenme, kişisel gelişim ve eğlence ortamına.
Soba yakılmış, çaydanlıkların suyu kaynamaya hazır. Akşamın çökmesiyle on dört numaralı gaz lambası, odanın gözdesi oluyor. İki metreyi bulan karın içindeki patikalardan çoğu eşi ve çocuklarıyla yürüyen komşular, öğrenmeye geliyor. Yan odaya yerleşen hanımların, konuşulanları duymaları için kapıları açık. Misafir odasına giren beyler, oturacağı yeri biliyor. Kim yüksekçe sedirde minder üstünde, kim sandalyede, kim yerde oturacak belli. Çocuklar büyüklerinin dizinin dibinde yahut kapının yanında. Gençler ise ayakta hizmetkâr olma yarışında.
Topluca kılınan akşam namazından sonra çaylar, kıtlama şekeri eşliğinde ikram edilmiş ve derin bir sohbet başlamıştır. Konuşanlar az dinleyenler çok. Gündem yoğun. Önce yakın zamanda yaşanan kayıplar, afetler, tarla ve çayırlardaki verimler, besi hayvanlarının durumu, sonra da memleket konuşulurdu. Bilinenin aksine çok farklı görüşler kolaylıkla dile getirilebiliyordu zira herkesin ortak paydası aynıydı: Vatan, bayrak ve ezan.
Yaralamayan Sözler
Vaktiyle Erzurum’da ortaokulu bitirmiş amcanın, Güneş, Dünya ve Ay’ın hareketleriyle ilgili bilimsel açıklamaları, köy imamının, gözleri yaşartan dini menkıbeleri ve köyün yaşlılarının analizleri birbirini tamamlardı. Ev sahibi sıfatıyla odanın girişinde bir sandalyede oturan (rahmetli) babam, çok iyi bir dinleyiciydi, konuşulanları ara sıra özetlerdi. Bazen sesler yükselse de sözler birbirini yaralamazdı. Muhabbete dönüşen bu odada egolar yarışmaz, tevazu tavan yapardı.
Bedenler soba ile gönüller muhabbetle ısınırdı. Saatler ilerleyince gençler, beklentilerini hissettirirlerdi. Zira sinemanın gonk sesini hararetle bekleyen seyirciler misali, artık hikâye başlasın isterdi herkes.
Babamın itina ile yaktığı, tavana asılı lüks lambası, sahnenin spotları gibi odayı aydınlatır, gaz lambası gölgede kalırdı. Sohbetlerini bitiren hanımlar da hazır. Köyün yaşlılarından Mustafa Amcanın sahne alma zamanı gelmiştir. Önünde çayı, şekerli ılık suyu ve yanında kitapları ile akşamın onur konuşmacısının takdimi, ev sahibinin işiydi. Babam, genellikle bitmeyen hikâyenin neresinde kalındığını hatırlatarak sözü, günün aktörüne bırakırdı.
Mustafa Amca; tarihçi, oyuncu, akademisyen, dini bilgilere hâkim ama en önemlisi yeryüzündeki insanın macerasına aşina bilge bir insan, iyi bir hatipti. Koltuğunun altındaki kütüphanesiyle dolaşırdı. O gün konuşulanlara, memleketin durumuna yahut gelen isteklere göre bir kitabı açar ve okumaya başlardı. Aslında okumadan çok yaşardı anlattıklarını. Zira belki de yüzlerce kez okuduğu hikâyeleri ezberlemişti.
Hikâyeler Hiç Bitmezdi
Dini menkıbeler, padişahların hayatları, Osmanlı-Rus savaşları, ordunun kahramanlıkları hatta bilim adamlarının keşiflerini tam bir sükûnetle dinlerdi herkes. Ve gönül tarlalarımızda yeşerecek irfan tohumları itina ile ekilirdi kış gecelerinin ayazında. Radyo, sinema, televizyon, internet, sosyal medya, hepsi Mustafa Amcanın dilindeydi ve o döneminin fenomeniydi. Derin sözlerini kalplerimiz de işitiyordu.
Bazen odanın ortasına gelir, hikâyedeki kişinin psikolojik durumunu, zihin hallerini oynardı. Jest ve mimiklerini, ertesi gün taklit etmeye çalışırdık. Bazen kahkahalar yükselirdi köy odasında bazen de gözyaşları süzülürdü. Yaşam koçu değildi, kişisel gelişim uzmanı hiç değildi ama ruhlara dokunurdu.
Hikâyenin en kritik yerinde durup soru soracağını bildiğimizden can kulağıyla dinlerdik. Bazen yanına yardımcılar alarak deney yapardı, akıl yürütürdü, sezgilerle mana dünyasında dolaştırırdı. Dinleyenleri düşündürür, hakikatin yolcularına dönüştürürdü. Hikâyeleri hiç bitmezdi Mustafa Amcanın, bir sonraki toplanmayı iple çekerdik. Ve gece, Anadolu’nun yanık irfan türkülerinin, ruhları tatmin eden melodileriyle son bulurdu.
Bugün yaşanan insani aşınma ile mücadele için köy odasındaki muhabbete ihtiyacımız var belki de ne dersiniz?