Geçen hafta başladığımız Laşey'in hikâyesine devam ediyoruz…
TERK-İ UKBÂ Bir süre şeyhinin yanında kaldıktan sonra anlam arayışının ikinci yolculuğu ve imtihanı başlar. Bu defa uzak bir şehirde, halkın doğru yolu bulmasına yönelik çalışmalar (irşad) ile görevlendirilir. Laşey, duruşu ve hikmet dolu sözleriyle kısa zamanda halk tarafından beğenilir, gönüllere girer, kendisine başvurulan önemli bir âlim olur. Zamanla büyük bir medrese inşa ettirir. Yüzlerce âlim ve öğrenci medresenin açılış duası için onu beklerken, yine bir ulak gelir ve kapalı zarfı verir. Mektubun kimden geldiğini anlar. Yaptığı işin ahiretle ilgili olduğunu düşünüp gelgitler yaşasa da verdiği sözü hatırlar, bunun da bir imtihan olduğunu düşünüp şeyhine geri döner.
TERK-İ HESTİ
Bu kez şeyhi onu, kendi ile yalnız kalacağı riyazet için yollar. Bir mağaraya çekilir. Gece gündüz ibadetle uğraşır, çok düşünür, tefekkür eder, kendi varlığının amaçlarını irdeler ve Rabbi ile olmak için çabalar. Kendisinde daha önce hiç bilmediği, tanımadığı, tatmadığı hâller belirir. Âdeta gayb perdesi açılır, gönül âleminde Peygamber (a.s) ile tanışır; Allah’la olmanın hazzını yaşar. Yine bir ulakla zarf gelir. Böylesi manevi bir hazdan kopmakta zorlansa da sözünü tutar ve şeyhine geri döner.
TERK-İ TERK
Şeyh’i, Laşey’in mana derinliğinde kendisini çoktan geçtiğini anlar. O’nu dördüncü ve son imtihanına gönderir. Der ki; “Şehirde, büyük bir ev içinde bir kadından alacağın emaneti al ve dön.” Laşey saraya benzer evin açık kapısından içeriye girer, insanların keyif ve eğlence içinde olduklarını görür. Kapısı açık bir odada aradığı kadını görür. Kadın, “Hoş geldin hakikat yolcusu!” der ve Laşey’i yanına oturtarak bir kadehe şarap doldurup ona sunmak ister. “Yolun sonuna geldin, bunu iç ve nihayete ulaş. Mademki hiçsin, hiçbir itikada sahip olmamalısın. Her şeyden sıyrılıp uzaklaş ki O’nu bulasın.” Laşey kadının elinden tutarak kadehi doldurmasını önler, sonra parmağının ucundan biraz keser, akan kanını boş kadehe doldurur ve kadının içmesini ister. Kadın irkilerek içmez. Laşey der ki: “Sen dinimi ve ahiretimi terk etmemi istiyorsun. Ama dünyanın küçük bir lezzetini terk edemiyorsun.” Laşey içinde kan olan kadehe şarap doldurur ve tam içecekken kadın onun elini tutar ve der ki: “Asıl olan, terki terk etmektir. Terki terk etmekle yol tamam olur. Olgun kalpler kadehe bakmaz, denize nazar ederler. Deryanın sonsuzluğu ile dolup, kadehin ve içindekinin ondan geldiğini bilir, onu deryaya atarlar. Deryada yok olur ama O’nunla bir olurlar…”
ŞEFKAT, AŞKA GALİP GELDİ…
Dervişin elindeki kadehi alıp içen kadın “Allah!” der ve ruhunu teslim eder. Şaşkınlık içinde şeyhine koşan Laşey, şeyhinin yatağında ölmüş bedeniyle karşılaşır. Şeyh’inin yanındaki zarfta, kendisine yazılan mesajı okur: “Oğlum, sen gerçek Laşey olarak gerçek mürşidi buldun. Benim görevim tamamlandı. Tarikatın sonuna vardın ama aslında bu yeni bir yolun başlangıcıdır. Bu yol, marifetin ve hakikatin ta kendisidir. Hz. Peygamber (a.s.) çıktığı yolun en zirvesindeyken; ümmeti, insanlar ve insanlık için geri geldi. Kalbindeki şefkat, aşkına galip geldi. Dolayısıyla yolun sonu yoktur. Sonu olan yol da yol değildir. O’nu yitiren yolunu da yitirir. O’nun varlığında kaybolabilen er kişi için, her şeyde O’na giden bir yol bulunur. Girdiği her yolda O’nu bulur, görür, O’na doğru akıp gider. Laşey olabilen kişi, gerçek anlamına kavuşur; kendinden, “ben”inden uzaklaşır, her şeyde O’nu bulur, O’nun parçası hâline gelir, O’nda yok olur, O’nunla bir olur.” Muhakkak ki; bu dokunaklı hikâyeden her birimizin çıkaracağı dersler vardır, olmalıdır. Okuduklarımızdan etkilenmek önemlidir.
Ama daha da önemlisi, okuduklarımızı anlam yolculuğumuz için değerlendirmemiz ve davranışlarımıza yansıtabilmemizdir. Bir yanda gönlümüzdeki şefkat, öte yanda aşkımız var. Acaba hangisinin geçiş üstünlüğü olacaktır? Davranışlarımızın direksiyonunda hangisi baskın ve belirleyici olacaktır? Tasavvufun öngörüsü, gönlümüzdeki şefkatin aşkımıza galip gelmesidir. Kendi hakikatinin yolcusu olan erdemli ve olgun insanın özelliği budur. Esasen modern dünya insanının kayıplarının da bu temel insani arayıştan ve erdemden uzaklaşmasına bağlı olduğu unutulmamalıdır. Bir yanda gönlümüzdeki şefkat yani bir bütün olarak eşyanın, canlıların, kozmosun bizden beklentilerine cevap verme derdi; öte yanda kendi anlamımıza, aşkımıza, doğrumuza, ihtiyacımıza yönelme ve ulaşma gayreti. Bir yanda bizden beklentilere cevap verme çabası; öte yanda kendi beklentilerimize ulaşma yönelimi. Bu ikilemi daha da ileriye götürürsek, varacağımız temel kaynak; bir yanda “biz”, bir yanda “ben” derdidir. Tabii ki “biz” daha önde olmalıdır. Elbette bizden beklentiler, kişisel arzularımıza galip gelmelidir. Bunun içindir ki kişisel aşkımız, kişisel sevaplarımızı ve derecemizi yükseltme derdi; başkalarına sağlayacağımız katma değeri azaltıp eksiltmemelidir. Bu sebeple Hz. Peygamber; bir insanın yeryüzünde ulaşabileceği en yüksek makamdan (Miraç) geri dönmüş, döndürülmüştür. Belki de bireysel aşkının daha da derinleşmesi için insanlara, insanlığa geri dönmüştür, kim bilir... Sonuç olarak insanın asli gerçeğine yürümesi; kendi “ben”inden değil, başka insanların gönlünden geçer.