Kitlelere hitap eden tartışma programlarında dahi karşı karşıya oturan kimi tarafların, olayın öz gerçekliğinden ve olaya ilişkin gerçek bilgiden ziyade ait oldukları tarafın kavgasına tutuşmaları, bunun en açık göstergelerinden biri değil midir?

Sizin de dikkatinizi çekiyordur. Konu ne olursa olsun toplum olarak hızla birbirimize karşıt olmaya, taraflı olmaya, gerçek bilgiden önce ait olduğumuz kimliğin yargılarını savunmaya yöneliyoruz. Ötekini yok sayan hatta kendimiz gibi düşünmeye zorlayan davranışlara yöneliyoruz. Yaşanan sosyal olaylara ilişkin bilgiye dayalı gerçekler, kendimizi memuru hissettiğimiz tarafımızın ve ideolojimizin gölgesinden kurtulamıyor. Ötekinin kimliğini tanımaktan ve kabullenmekten uzaklaştıkça aidiyetlerimiz ve ideolojilerimiz, bilgiye ve hakikate körelmemize neden oluyor. Ve sosyal bütünleşme giderek sosyal ayrışmaya yenik düşüyor.

Kitlelere hitap eden tartışma programlarında dahi karşı karşıya oturan kimi tarafların, olayın öz gerçekliğinden ve olaya ilişkin gerçek bilgiden ziyade ait oldukları tarafın kavgasına tutuşmaları, bunun en açık göstergelerinden biri değil midir?

İlk insanlar ve tarım toplumu yaşam dönemlerinde sosyal yaşamın merkezinde birlikte olmak, bir bütün olmak ve ortak yaşama ideali öndeydi. Sanayi devrimi ile başlayan makineleşme ve teknolojik buluşlar, sosyal yaşamı derinden etkileyerek insanı toplumsal yaşamdan bireysel yaşama doğru yönlendirmenin ilk tohumlarını atmıştır. Makineden sonra bilginin, temel güç ve ana sermaye olduğu toplumsal yaşam dönemi, sosyal değerlerin erimesi ve bireysel değerlerin öne geçişini hızlandırmıştır. Nihayet bugün dijital bir yaşam dönemine evirilen dünyamızda bireysellik adeta şahlanıyor.

Bu gidişatın merkezinde modern toplumun, bireyi daha özgür kılma arayışı yer alsa da bu masum görünen isteğin, insanlığı bir uçurumun kenarına getirdiği bir gerçektir. Nitekim günümüz insanı toplumsal benliğini inşa etmede zorlanmaya başlamıştır. Öteki ile fizik olarak yakınlaşmış ama duygu ve değer olarak uzaklaşmıştır. Öteki ile birlikte gelişmesi gereken sosyal benlik algısı zayıfladıkça bireysel benlik algısı irtifa kazanmaya başlamıştır.

Tüm bunların sonucu olarak ötekinden uzaklaşan insan, ötekinin karşıtlığı üzerinden bir benlik ve aidiyetin peşine düşmüş, kendi benliğine hapsolmaya ve bir anlamda kendi denizinde boğulmaya başlamıştır.

BÜTÜNLEŞMEDEN ÇATIŞMAYA

Modern toplum hayali, günümüz insanını yaşamın hemen her alanında; toplumsal bütünleşmeden ayrımcılığa, biz olgusundan ben anlayışına, bütünlükten farklılıklara, birlikten bölücülüğe, uzlaşmadan çatışmaya yöneltmeye başlamıştır. Böylece evde, iş ortamında, sokakta, siyasette kısacası tüm yaşam alanlarımızda farklı olmak, ayrı olmak, taraf olmak öncelikle tercih edilir hale gelmiştir.

Aileden devletlere kadar, sosyal bütünleşme zayıfladıkça, kişisel aidiyetler, bölücü akımlar, aşırı tarafgirlikler meydanı doldurmaya başlamıştır. Böylece ortak değerler bütünlüğünden uzaklaşan bireyi, hayata bağlayan kökler zedelenmiştir, zayıflamıştır. Ve insanlar, kişisel varlığını taraf olarak ortaya koyma eğilimine girmiştir. Bunun sonucu olarak birlikte yaşama anlayışı, sosyal barış ve uzlaşma kültürü aileden devlete kadar her sosyal sistemde zayıflamaktadır. Çünkü uzlaşmayı sağlayacak ortak değerler azalmış, bireysel değerler tavan yapmaya başlamıştır.

Psikolojik düzlemde ruh sağlığı yerinde bir insanın bireyselliğini yaşaması ama aynı zamanda sosyal bir ortamda diğerleriyle ortak bir değer kümesiyle bütünleşmesi gerekir. Yani toplumsal birlik ve bütünleşme, bireyselliğimize engel olmadığı gibi bireyselliğimiz de toplumsal bütünleşmeye engel değildir. Aksine bireysel benliğimizin yerleşmesinde sosyal benliğe ihtiyaç vardır. Ve bunlar birbirini tamamlar.

Ancak modernite ve ardından gelen post modern yaklaşım; birlik ve bütünlük söylemlerinin köklü bir devşirme ve asimilasyon, bireysel farklara ilişkin söylemlerin ise bölücülük olarak algılanmasına neden olmuştur. Diğer bir ifadeyle birbirini tamamlaması gereken toplumsal bütünlük ve birliktelik ihtiyacımız ile farklılıklarımızı ortaya koyma ihtiyacımız, birbirine karşıt beklentiler haline gelmiştir, getirilmiştir. Dolayısıyla hemen her yerde, her olayda farkımızı ve tarafımızı ortaya koyma çabası, bütünlüğümüzü ve birlikteliğimizi sağlayacak ortak değer zeminini tehdit boyutlarına ulaşmıştır.

AYNI DUYGUDA BULUŞMAK

Bunun içindir ki toplumsal bütünleşme arayışı, dünya toplumlarının yegâne amacı ve ihtiyacı haline gelmiştir. Aşırı ayrımcı düşünce ve davranışların, ailede, iş ortamında, toplumda ve uluslararası ilişkilerde uzlaşmazlığa, münakaşaya, kavgaya, savaşa, kopmaya neden olduğu gün gibi ortadadır.

Buradan hareketle aynı coğrafyada, aynı vatan parçası üzerinde yaşadığımızın unutulmaması, ortak geçmişin sağladığı kültür ile ortak geleceğin sağlayacağı sorumluluğun birlikte düşünülmesi elzemdir. Elbette kişisel yatkınlıklarımız, inancımız, siyasi düşüncemiz, dünya görüşümüz ve benzeri farklılıklarımız önemlidir, değerlidir. Ancak ben’imize ait olan bu değerler, toplumsal değerleri, kültürü, geleneği, inancı kısacası biz değerlerini ezmemeli. Ben değerleri, biz değerlerinin çatısı altında konumlanmalıdır.

Böylece ailede, toplumda, ekranda aynı dili konuşup anlaşamamaktan kurtulup aynı duyguda, aynı gerçek bilgide buluşabiliriz. Yeter ki benlik algılarımız ve kişisel ideolojilerimiz, gözlerimizi hakikate köreltmesin ve toplumun ortak değerlerine yabancılaştırmasın. Yeter ki farklılıklarımızı zenginlik olarak sunabilelim ve toplumsal bütünleşmenin önünde engel haline getirmeyelim.