Üniversitede öncelikle dikkatimi çeken insanlar birbirleriyle uğraşmıyor.
“…Londra’ya alışmaya çalışıyorum. Şehir hayatında; kırmızı ışıkta duruluyor, yayaya büyük önem veriliyor, otobüsler ve metrolar takıntı düzeyinde yazılan kalkış saatinden şaşmıyor. Metroya inen yürüyen merdivenler dâhil herkes her yerde okuyor. Şehrin ortasındaki geniş yeşil alanlarda yürüyenler, spor yapanlar, alt geçitlerde enstrüman eşliğinde şarkı söyleyenler… Haberlerde siyasilerin anlaşmazlıkları ve kavgaları yok, herkes hakkına razı. Bireyler arası iletişim çok az. Aile yaşamında ciddi bir çözülme var, her dört aileden üçünün dağılmaya başladığı söyleniyor…
Üniversitede öncelikle dikkatimi çeken insanlar birbirleriyle uğraşmıyor. Terslik biz de mi burada mı? Anlamaya çalışıyorum. İki bin çalışanın ve on bin civarında öğrencinin olduğu kampüste herkes istediği gibi yaşıyor ve kimse kimsenin özgürlük alanına müdahale etmiyor. Kapı girişinde polis yahut güvenlik yok. Buna karşılık ciddi bir kural algısı var, kurallara harfiyen uyuluyor. Başlarında geleneksel sarıklarıyla Hint kökenli çalışanlar ve öğrenciler, başörtülü Müslüman öğrenciler ve serbest giyinen öğrenciler. Hepsi bir arada uyum içinde arkadaşlık yapıyor…
… Kampüs bahçesinde ibadethaneye çevrilmiş üç konteyner var. Yan yana üç mescit. Öğrenciler ibadetlerini yapıyor. Kavga yok, gürültü yok, tartışma yok. Farklı dine mensup öğrenciler aynı ibadethanede buluşup sohbet ediyor. Alışık olmadığım görüntüler. Aynı dinin mensuplarının kavgaya tutuştuğu, zihnin dışındakilerle uğraşmaktan zihnin içine odaklanmakta zorluk çeken doğu toplumunda yetişmenin verdiği bakış açısıyla bunları anlamakta zorluk çekiyorum…”
Bu notlar, 1995 yılında doktora sonrası araştırma için gittiğim Londra’da, Hertfordshire Üniversitesi’nde (UH) yazdığım günlükten.
BATI NEYİ FARK ETTİ?
Batı toplumlarının Antik Yunan kökenli mantık ve madde odaklı bakış geleneği, onları bilimsel düşünce, kurallı yaşam, içselleşmiş demokrasi anlayışı, sanayi, üretim ve araştırma konularında dünyaya egemen hale getirmiştir. Ancak bu üstünlüğün, birey ve toplumun huzuru için tek başına yeterli olmadığını bugün görüyor ve yaşıyoruz. Zira batıda birey ve toplum düzeyinde yaşanan ruh ve duygu alanındaki erime, çeşitli bilim dallarındaki araştırmalara konu olmaya başlamıştır.
Mana alanındaki erime, materyal odaklı batı toplumlarını bugün önemli krizlerin eşiğine getirmiştir. Stjepan G. Mestrovic’in, Uygar Barbarlık kitabıyla dile getirmek istediği tam da budur. Uygar bir medeniyet kurma hayali, insanı insan yapan duygulardan ve ruhtan yani insanın anlam arayışını sağlayan mana değerlerinden beslenmedikçe gerçeğe dönüşemiyor. Bunun içindir ki batı toplumları, yitirmeye başladıkları ruh ve mana arayışının peşine düşmüş, hayatın anlamını yeniden sorgulamaya başlamıştır.
Zira aile kurumunun çözülmeye başlaması, alt kimliklerin öne çıkması, hak arayışlarının giderek toplumsal kaoslara ve şiddete dönüşmesi, uluslararası birliklerin sorgulanması, suç ve özellikle intihar eylemlerinin şaşırtıcı biçimde yükselmesi… Tüm bunlar, birey ve toplum düzeyindeki huzursuzluğun ve batı toplumundaki ruh arayışının ayak sesleridir.
Bilimin sağladığı görünen somutun bilgisi, görünmez soyutun bilgisiyle tamamlanmadıkça, bilimin durduğu yerde temel ahlak ve inanç sistemi boşluğu doldurmadıkça fert ve toplumun yaşamı eksik kalıyor.
İleri teknolojilerin, yapay zekânın, başka gezegenlere yolculuğun; hayatın anlamıyla ilgili arayışımızda ‘nasıl’ sorusuna cevap verdiği ancak ‘neden’ sorusuna cevap veremediğini, batı toplumları bugün daha iyi anlamaya başlamıştır.
DOĞU İKİ CEPHEDE DE KAYIPTA
Doğu toplumlarındaki resim daha acı bir manzara veriyor ne yazık ki. Zira bilimin öncülüğündeki maddi arayışta son dönemde sınıfta kalan doğu toplumları, mana derinliğini de yitiriyor. Maddi alandaki zayıflığına mana âlemindeki yozlaşma da ekleniyor ve doğu toplumları iki cephede de kayıp yaşıyor. Aliya İzzetbegoviç’in ifadesiyle (Doğu ve Batı Arasında İslam) doğu toplumları; ‘arzuları yok edin’ şeklinde yanlış algılanan dinin talebiyle ‘durmadan yeni arzuları tahrik edin’ diyen medeniyet algısı arasında sıkışmıştır.
Neden ve nasıl sorularını kendine sormaktan uzaklaştıkça gösterişe, hırsa, kuralsızlığa, tüketmeye ve keskin ideolojilere bağlılık ve şiddet artıyor. Böylece adeta bir kimlik çözülmesi sürecine giren doğu dünyası da bugün batı toplumları için eleştirdiğimiz salt maddi zevklerin peşine düşüyor. Bunun sonucunda fert ve toplum düzeyinde ruhsal bütünlük zayıflamış ve giderek huzursuz bir hayata doğru sürüklenme başlamıştır.
Ülkemize gelince bugün belki kafamızın dışında ne olduğu konusunda yol aldık ama bir birimizle uğraşmaya, birbirimizi eksiltmeye devam ediyoruz.
Kuşkusuz geçen sürede toplumumuz alt yapıdan üst yapıya, ekonomiden eğitime, askeri alandan sağlığa kadar çok önemli mesafeler almıştır. Kendimizi inkâr etmemeliyiz. Ancak demokrasinin temeli olan kurallı yaşama anlayışı ile her bireyin bütünün hakkını kendi hakkından yukarıda görmesini gerektiren adalet anlayışında köklü biçimde yol almak ve ruh değerlerimizi korumak zorundayız.
Kendisine özgü kültürü ve değerleriyle önemli bir zenginliğe sahip, bilimsel gelişme anlamında batıyı model alan bir toplum olarak madde ve mana dengesinin kurulmasında öncülük yapacak şahsiyet inşasını başarmamız mümkündür. Bunun için neredeyse gözlerimizi kör eden ideolojik saplantılardan kurtularak işimizi en verimli şekilde yapma konusunda almamız gereken ciddi bir mesafe var. Birey ve toplum olarak yeniden kişisel menfaatleri terk edip ideallere yönelmemiz, her zamankinden daha önemlidir.