'Destuurr' dedi aşk; kapıyı açıp usulca süzülürken yüreğin ennn derinlerine...
Ve ‘yüreğin, sesin, nefesin, tenin hazır mı bana kapılarını aralamaya’ diye de ekledi hemen ardından fısıldayarak...
Öyle ya; aşk dediğin şey her zerresine sinmeliydi kişinin! Her hücresine dokunmalı ve yeni yeni filizler, tomurcuklar vermeliydi orasından burasından...Yedi veren ağaçlar misali meyveye ve çiçeklere durmalıydı... Gözün gördüğünü kalp mimlemeliydi ve beyne anında sinyal göndermeliydi ‘haydi durma işle yârimin aksini tüm temel taşlarıma’ diye...
Sonra parmaklar dokunmalıydı ve gözü kapalı tanımalıydı her santimi. En hassas teknolojik cihazları bile geride bırakan ten tanıması ile ömürlük hasret son bulmalıydı...
Yürekten sızan enerjiyi ten öyle yansıtmalıydı ki parmak uçlarına, milyarlarca insan arasından dahi gözü kapalı bir dokunuşla ayırt etmeliydi ‘cann’ dediğini sevgili...
Ruhları huzur bulsun; Yaşar Kemal’in, Mehmet Uzun’un, Ahmet Kaya’nın ve bize aşkı destursuz cümleler ile anlatan nicelerinin...
Ne güzel anlatırlardı yürekten kaleme ve şarkılara çağlayan sevgiliyi! Sevgilinin güneş ışığıyla aydınlanan yüzünü öyle destansı anlatımlara teslim ederlerdi ki, hepimiz kıskanırdık ‘ah keşke o sevgili ben olsaydım’ diyerek.
Tanrı’nın ‘yasak’ dediği elmayı hiç düşünmeden Havva’ya götüren Adem’in son tohumlarıydı sanki onlar ve onlar gibi niceleri.
‘Sevdaya ve sevgiliye aşık son insanlar atlarına binip terk-i dünya ettiler sanki!’
Adem cennetten kovulmayı dahi göze almamış mıydı aşk için? Almıştı hem de hiç düşünmeden. Adem almıştı da ‘Adem’den olma insanoğlunun’ aşka dair tüm genleri günümüzde mutasyona uğramış durumda.
Sıklıkla yazıp konuştuğumuz siyasete ve güncele ara verip ‘destuurr’ diyerek gönül kapılarımızı aralamak istedim bugün. Çünkü ‘yüreğinde sevgi barındırmıyorsa insanoğlu hiçbir şey beklememek lazım iyilikten ve faydadan yana...’
Aşkı, sevdayı, duyguyu ve ruhu yazmayı unutursak yürekler bir daha bahara durmamak üzere kurur.
Nereye ve neden olduğunu bilmeden sonsuz hırsla deli gibi koşarken insanoğlu, tüm ince dallarının kırıldığını umursamıyor önce! Ya sonra? Sonrası mutsuz insanlar ve mutsuz toplumlar!
Ve zamanla kuşların şakıdığı, rengarenk çiçeklerin açıp misler gibi kokular yaydığı dallarının kalmadığını fark eden insanoğlu hayatının geri kalan kısmında mutsuz olmaya bile bile lades demiyor mu sizce?