İbn-i Haldun'un, aile şirketlerine uyarlamaya çalıştığımız devletin kuruluşundan yıkılışına kadarki aşamalarından dördüncüsü olan duraklama dönemi; gelişmenin yavaşladığı ve durduğu, hissedarların 'biz artık olduk' dedikleri dönemdir.
Yoğun bir çaba sonucu kuruluş dönemini başarıyla gerçekleştiren aile şirketi, kurucunun otoritesiyle hızla gelişir ve büyür. Artan maddi zenginlik ile refah aşamasına ulaşan aile ve kurum, duraklama dönemine girer.
İbn-i Haldun’un, aile şirketlerine uyarlamaya çalıştığımız devletin kuruluşundan yıkılışına kadarki aşamalarından dördüncüsü olan duraklama dönemi; gelişmenin yavaşladığı ve durduğu, hissedarların ‘biz artık olduk’ dedikleri dönemdir. Bu dönemde insanüstü bir çalışma ile kurulan ve hızla büyüyen şirketin gelişmesinin arkasındaki görünmez değerler, erimeye başlar. Bunun temel nedeni, varlığın insanı bozan etkisiyle kişilerin, maddi zenginliği içselleştirememesi ve yönetememesidir.
Aile şirketinin duraklama döneminde olduğunun bazı belirtileri şunlardır: Kuruluş ve gelişme dönemlerindeki heyecan, biz ve birlik duygusu azalır, ben duygusu öne çıkar, kurucu liderin otoritesi zayıflar, aile üyeleri maddi varlığı, statüyü ve şöhreti, işin ve kurumun önüne geçirir. Aile ve işletmede iletişim sorunları artar ve çalışanlara yansır, motivasyon düşer, kurumun üretim, hizmet, ciro, kârlılık gibi sayısal verileri durağanlaşır, eski başarılar sık sık konuşulur, hissedarlar ve yeni kuşakların davranışlarında kimi aşırılıklar başlar, aile ve kurumu başarıya taşıyan disiplin zayıflar.
Duraklama dönemindeki aile şirketi, iki seçenekle karşı karşıyadır. Duraklamayı kabullenir ve bununla yaşamaya alışır ki bu alışma, çöküşün habercisidir. Yahut bir arayış içine girer ve yeni heyecanlar oluşturmaya çalışır. Bu, aile ve kurumun mevcut maddi konumunun kaynağı olan mana değerlerini yeniden güçlendirmenin arayışıdır. Bu amaçla bir kurumsallaşma çabasına giren aile şirketi; organizasyon şemaları, görev tanımları, toplantı düzenleri, kişilik analizleri, eğitimler, yetki ve sorumlulukların netleştirilmesi, yeni kuşakların kurumla ilişkilerinin tanımlanması ve daha da önemlisi aile şirketi anayasası gibi uygulamalarla yitirdiği düzeni yeniden yakalamaya çalışır. Duygu kökenli aile ile mantık kökenli şirket arasındaki ilişkileri tanımlar.
Ailenin Değerleri
Kurucu liderin geçmişten gelen yaptırım gücü, üzerinde herkesin uzlaştığı bir kurallar zinciri ile şirketin sürdürülebilir bir yönetim sistemine kavuşması sağlanır. Tüm bu sistematiklerin özünde aile ve kurumun temel değerlerinin belirleyici olması gereklidir.
Kuruluşundan bu yana yazılı olmayan kurallarla yönetilen, ailenin gelenek ve kültürünün belirleyici olduğu aile şirketi; ya özünde adaletin yer aldığı yazılı kurallara emanet olacaktır ya da bireylerin birbirleriyle uğraştığı, liderlik mücadelelerinin yaşandığı, harcamaların çoğalıp gelirlerin azaldığı atalete alışacak, giderek gücünü yitirecek ve belirsiz bir döneme girecektir.
İsraf, bozulma ve yıkılma dönemi, aile şirketinin girdiği çıkmazdan kurtulamadığı son yaşam evresidir. Bu dönemin karakteristik özelliği ailenin ve kurumun birlikte bozulmaya ve yıkılmaya başlamasıdır. Aile üyeleri yoğun bir harcama ve israf yarışına girer. Kuruluş ve gelişme dönemindeki özveri ve işletmeye katkıda bulunma heyecanı yerini hiç düşünmeden kurumu kullanma yarışına bırakır. Satılmaz denilen mülkler satılır, kurumun satılması yahut yeni ortak arayışına girilir. İletişim ve etkileşim daralır, ailenin ortak değerleri ve disiplini kaybolur, bağlayıcı liderlik otorite algısı yitirilir.
Geçmiş dönemlere yönelik suçlamalar ve kavgalar başlar. Çalışmayan aile üyelerinin söz ve davranışları belirleyici olur, yeni kuşaklardaki aşırı davranışlar kuruma ve markaya zarar verecek düzeye ulaşır, geniş ailenin yaptırım gücü, çekirdek ailelerin yaptırım gücüne dönüşür.
Ortaklar, kurumun önüne geçer, kimi aile üyeleri, kurumu özel amaç ve çıkarlarına alet eder. Kimi hissedarlar, kurum içinde kendilerine özel bir ilgi alanı oluştururken kimileri, dışarıda örneğin siyasette, meslek örgütlerinde yahut eğitim, yazı, kitap gibi düşünce dünyasında bir çaba içine girer. Aile işlerindeki sıkıntıdan dolayı yöneldikleri bu işlerde başarılı olmaları kolay değildir. Çünkü yıllardır emekle büyüttükleri ve kendilerinin egemen oldukları işlerinin dışındaki işlere alışmaları zordur.
‘Ben’ Takıntısı
Güvensizlik, aile şirketinde yıkılmanın fişeğidir. Aileyi başarıya taşıyan kardeşlik, erdem, adalet ve dayanışma ruhu, yerini ortakların kişisel çıkarlarına; kurucu lidere itaat yerini liderlik mücadelelerine; ‘asıl olan kişisel kazanç değil işin büyümesidir’ anlayışı yerini yüksek maaşlara, kâr paylarına, arabalara, evlere, yüksek ev harcamalarına; aile ve kurumun değerleriyle yetişen yeni kuşakların disiplini, yerini çocukların bitmek bilmeyen isteklerine bırakmıştır. Kuruluş ve gelişme dönemlerinde bilgiye ve danışmanlara duyulan hürmet azalmıştır. Çünkü hissedarlarda, ‘biz başardık, biz biliriz’ düşüncesi hâkim olmuştur.
Evladı için aile büyüklerinin kararını önemseyen hissedar, kimseyi dinlemeden evladını kurumda işe başlatma ve yükseltme derdine düşmüştür. Profesyonel çalışanların, kendi işleri ve aileleri gibi gördükleri kurum aidiyeti yerini, güvensizlik ve moral kaybına bırakmıştır. Aile şirketini farklı kılan hızlı karar verme alışkanlığı kararsızlığa evrilirken, aile üyeleri ve çalışanların yegâne dayanağı olan kurum, umudun değil umutsuzluğun merkezi haline gelmiştir.
“Ailenin ortak kurumu” algısı, ortakların bireysel iş kurma hayalleri ve kişisel girişimlerine dönüşür. Ve nihayet bir arada olmaktan keyif alan aile üyelerinin düşman olacak düzeyde birbirlerinden uzaklaşmaları, aracılar vasıtasıyla konuşmaları söz konusudur. Bu durumdaki aile işletmesinin, halka açılması, ortaklar arasında bölüşülmesi, tasfiye olması, satılması, ortak alması da kolay değildir.
Elbette her sosyal sistem bir gün yok olacaktır. Ancak aile şirketinin ömrünü uzatmak mümkündür. Bunun için ailenin ve şirketin maddi varlığının gölgesinde kalan mana değerlerinin güçlü tutulması ve yazılı kurallara bağlanması şarttır.
Birbirlerinin dertleriyle dertlenmeye devam eden, adalet ve ahlak olgunluğundan ödün vermeyen, birbirlerine inançlarını yitirmeyen, gönlünü ötekinin acısını hissetmeye odaklayan ve nihayet ‘ben’ takıntısına girmeyen aile üyeleri, kendilerinin ve aile şirketlerinin değer odaklı sürdürülebilir yaşamına ciddi katkı sağlamış olurlar.