Benim o masada gördüğüm tek gerçek buydu.
Gergin tebessümler, göz temasından kaçınılan konuşmalar, derin derin alınıp verilen soluklar...
Evet Cumhurbaşkanı Erdoğan İdlib krizine çözümler aramak üzere kurmayları ile birlikte İran’a gitti.
Ruhani ve Putin ile oturduğu masada Erdoğan’ın her saniyesini okudum. Çok ama çok gergindi!
Hatta “burada ne işim var keşke gelmeseydim” altyazısını gözlerinden bir ara okudum bile diyebilirim.
İran her daim Ortadoğu’nun “Kâbil’i” oldu. Güven vermeyen, baskıcı, ezici, sağ gösterip arkadan vurucu, Truva Atı çiftliklerinin sahibi İran’a güvenmek ne kadar akıl karı bir durum? Peki ya güven almak için aynı masada bulunmak!
Son aylarda Irak’a gerçekleştirdiğim her ziyaret sonrası şunu yazdım ve dile getirdim;
“Irak’ın her kademesi ve her şehri İran’ı sevmiyor, güvenmiyor ve ülkelerinde istemiyor. İran ile alışveriş yapılması ve siyasi ilişkilere girilmesinden hiç kimse hoşnut değil. İnsanlar son sabır taşlarını sahaya sürmüş durumda. Yakında bu durum bir yerden patlak verecek...”
Ki çok kısa süre sonra Irak’ta bitmek bilmeyen sokak isyanları başladı. İran bir kez daha sokakların ateşe verilmesine sebep olmuştu.
15 Temmuz’un hemen öncesinde sınırına sıkı kalkan yaptığı ve kapattığı konuşulan İran, Suriye mevzusunda zembereği boşalmış dansöz misali kıvıran Rusya ve Ortadoğu’nun tüm kahrını tek başına çeken Türkiye!
İdlib krizine çözüm aramak için oturulan o masadan dünyaya ulaşan görüntü buydu.
Küçük bir hatırlatma yapmak istiyorum bu noktada; 15 Temmuz öncesinde olduğu gibi İran’ın şimdi de sınırını güçlendirdiği duyumu var.
İran’ın bu tutumunu Ortadoğu’ya dair kötü bir durumun sinyali olarak okumak gerekiyor mu, size bırakıyorum.
Türkiye’nin tavrı karşısında masadan art arda kağıttan beyaz güvercinler uçuruldu dünyaya Ruhani ve Putin tarafından.
Sonra tekrar bombalar daha şiddetli yağdırılmaya devam etti.
Buraya kadar olanlar zaten bilinen ve beklenen durumlardı.
İran ve Rusya’nın dışta bencil ve güven vermeyen politikalarını bilmeyen yok.
İdlib Krizine yönelik beni rahatlatan tek durum, kapımıza yığılacak yeni mülteci akınına yönelik içimdeki ve dilimdeki cümleleri ekranlar aracılığı ile işitmek oldu.
Şükürler olsun ki Çavuşoğlu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan “kollarımızı açtık herkesi bekliyoruz” demedi bu kez. İyi ki de demedi.
Şu an itibariyle milyonlarca Suriyeli mülteciyi henüz rehabilite edememişken yeni bir akını kaldırmamız imkansız!
Türkiye’de bulunan Suriyeli sayısı resmî rakamlara göre üç buçuk milyon olarak belirtiliyor.
Doğum yoluyla çok hızlı bir şekilde artışları da eklersek...
Şu an Türkiye’de resmî rakamların dışında kayıt dışı Suriyeli mülteci olma ihtimali de unutulmasın.
Türkiye vatandaşlarının yeni bir göç dalgası karşısında sınıra dayanan mültecilere “artık evde yokuz ve hiiiiçççç müsait değiliz” deme hakkını kullanacağı göz ardı edilmemeli.
Ülkede ciddi şekilde uygulanan tasarruf programları içerisinde tavrımız net ve suistimale kapalı olmalı.
O bölgenin aleni bir şekilde “insansızlaştırılmaya” çalışıldığı belli iken Türkiye bir kez daha masum mülteci mi yoksa terörist mi olduğunu ayırt edemediği insanlara kapılarını ardına kadar açmamalı!
Avrupa ülkeleri bırakın milyonlara kapısını açmayı, kabul ettikleri üç beş bin mülteci ile feveran ederken neden tüm mülteci yükünü Türkiye üstlensin?
Ülkeye kabul edilen mültecilerin çok büyük maddi yükünün yanı sıra sosyal, kültürel, asayiş, ülke bütünlüğü, uçta görüşlerin belirmesi, terör oluşumlarına zemin hazırlanması açılarından da değerlendirilip kısa ve uzun vadede iyi analiz edilmesi ve bu yönde çözümler üretilmesi gerekiyor.