Kısaca Kaf Dağı'nın ardındaki Güneş gibiydi Güneydoğu'nun hizmete, huzura, tebessümlere ve güzelliklere hasreti...
“Sevgiyle ve ilgiyle beslemeden, yüreklerindeki öğrenme heyecanlarına yeni yeni kapılar aralamadan, ufka doğru uzanıp hayallerine ulaşmalarını sağlayacak merdivenleri inşa etmeden, yön bulmaları ve aydınlanmaları için güneş olup yanmayı göze almadan; yeni nesillerin yeşermesini ve Türkiye adına boy vermesini nasıl beklersiniz?
Kısaca Kaf Dağı’nın ardındaki Güneş gibiydi Güneydoğu’nun hizmete, huzura, tebessümlere ve güzelliklere hasreti...
Hürmetin, hoşgörünün, sevginin ve mutlu seslerin çınladığı sokaklara korkunun, acının, ölümün ve zulmün kara taşları döşenmeye başlamıştı birer birer!
Güzel ülkem tam da ciğerinin orta yerinden ‘vatansever Türkler ile terörist Kürtler’ olarak ikiye parçalanmıştı. Bu acılara şahit olarak, bizzat yaşayarak ve daha anne karnında dinleyerek büyüyen öfkeli evlatlar boy verirken ülkemin ve Güneydoğu’mun koynunda hiç kimse ve hatta üç beş menfaat uğruna figüranlık yapanlar bile bu oyunların ülkeme vereceği zararları hesaba katmamıştı...”
Keşke onlarca yıl devam edecek acının ve travmaların bilançosu ta o zamanlarda verilseydi ellerine de belki ‘el insaf’ derlerdi kendilerine biçilen rollere!
Yılların acısını anlatmaya ne kelimeler ne de kitaplar yetmezdi aslında!
Kitaba aktarmayı düşündüğüm benim de cümlelerim vardı... Sonra şunu düşündüm; çok uzun olmamalı, kısa ve öz cümleler olmalı, sokaktaki simitçi amcam da evdeki teyzem de okumalı, edebiyat ödülü almaya hiç niyetli olmamalı... Her okuyan kendinden zerreler bulmalı... Okuduktan sonra özeleştiriler yapılmalı... Gerekirse en sivrisinden iğneler hazırlanmalı... Kısa zamanda okunup zihinde kalmalı...
Kısaca öyle bir kitap olmalı ki herkese ulaşmalı, herkes okumalı ve herkes vicdanını-zihnini-geçmişini-geleceğini sorgulamalı!
Ki öyle de oldu. Edebiyatta Nirvana’yı yakalamak için değil yüreğimizdeki acılara ve hüzünlere ışık tutması için ortaya çıktı ‘Kardelenler Misali’.
Sonra duygu dolu cümlelerimizi alıp heybemize koyulduk yollara. Batman, Siirt, Derik, Trabzon, Ortahisar, İstanbul, Malatya, İzmir, Erbil, Kerkük... Bıkmadan usanmadan herkese anlattım. Ama en önemsediğim kitle çocuklar ve gençler oldu. Öyle ya; hayallerine ulaşacak merdivenleri inşa etmediğimiz sürece ve kaybetmekten çekinip dört elle sarılacaklarını onlara göstermediğimiz, vermediğimiz sürece onlardan ne bekleyebiliriz ki? Hele ki ‘Ülkem Gençleri’ bu kadar muhteşem bir zihne, yüreğe ve bileğe sahipken!
Gençlerle sayısız program gerçekleştirmiş olmama rağmen her program sonrası onlardan yeni yeni bilgi tomurcuklarını toplamanın hazzını yaşıyorum. Kültürler arası önyargılarının kırıldığına şahit olmak, saniyeler içinde gözlerinde gerçekleşen değişimi yakalamak muhteşem... Bazen şiirler eşliğinde, bazen ortak anılarımız etrafında, bazen de annelerimizden yediğimiz terliklerin sayısını karşılaştırarak buluşuyoruz.
Bu yıl pandemi sebebiyle istediğimiz 15 Temmuz’u Anma Etkinlik çıtasını yakalayamasak da ruhumuz her daim bu vatanın birlik ve beraberliğinden yana elbet. Geçen yıl 15 Temmuz programlarımdan birini Batmanlılarla gerçekleştirmiştim.
‘Kim olduğumuz, hangi etnik kökenden geldiğimiz değil ortak duygularla vatan odaklı buluştuklarımız önemli’ demiştim. Yani kimlik, etnik değil AİDİYET MİLLİYETÇİLİĞİ önemli olan! Hele ki Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın çalkalandığı yılları yaşıyorsak daha sıkı sarılmalıyız köklerimize, bizi BİZ yapan ortak değerlerimize ve hassasiyet göstermemiz gereken çizgilerimize!
İçinde Türkiye topraklarının da olduğu Ortadoğu’yu anlatan kitaplarda dikkatimi çeken ve hiç değişmeyen bir özet var; etnik kökenli halklar ayrışmadığı sürece emperyalist oyunlar sergilenemiyor, kardeş kanı akıtılmıyor, gelmişi ve geçmişiyle ait olunan topraklara ihanet edilmiyor!
Ve maalesef özet bu kadar aleni gözler önündeyken yüz yıllı aşkın süredir oyunlar, oyun kurucular, figüranlar, sergilenen sahneler hiç değişmemiş!