BİLMİYORUM!

Murat BAŞARAN 27 Ara 2016

Murat BAŞARAN
Tüm Yazıları
İnsanın doğduğu evi, çocukluğunu geçirdiği sokağı, hayatı tanımaya başladığı muhiti arada bir görme imkânı olması büyük nimet.

İnsanın doğduğu evi, çocukluğunu geçirdiği sokağı, hayatı tanımaya başladığı muhiti arada bir görme imkânı olması büyük nimet.

Çünkü neyi kaybettiğimizi tefekkür açısından çok lazım!

Benim sokağımı deprem vurdu. Sonra üstünden cadde geçti. Şimdi kentsel dönüşüm planları konuşuluyormuş.

Bir ikisi hariç çoğu tek katlı yığma evlerin birbirine yaslandığı o daracık sokağın hatırlattığı çok şey vardı halbuki. Giderek siliniyorlar. 

O sokakta geçen hayatta televizyon yoktu. Telefon yoktu. 

Bütün bir semte orta boy bir oda büyüklüğünde bakkaliye hizmet veriyor, ihtiyaçlarımızın tamamını karşılıyordu.

Sıkılmayın. O sisli hayallerin içinde bulmamız gereken bir sır var. 

Kıbrıs çıkarması günlerinde karartma geceleri için ampule saracağımız defter kitap kaplama kağıdını da o bakkaldan temin ediyorduk, mumu da, gaz lambası için gaz yağını da…

O yıllar iki renk tek tip kaplama kâğıdı vardı. Kırmızı ve lacivert… 

Henüz Hollywood kahramanları sömürmeye başlamamıştı nevresimden kupaya, defter kabından t-shirte…

Tepside açık yoğurt, kutularda kiloyla bisküvi, gazoz, leblebi şekeri…

Bir bayram günü bütün hasılatı bütünleyip bir adet 100’lük banknot elimde, apışıp kalmıştım… Ne yapacaktım yüz lirayı? 

Gazete kağıdından külahta çekirdek, sarı gazoz, çiklet ne varsa alsam… Ertesi gün yine alsam… Sonra yine… Bitiremezdim ki! Her biri tek başına o günün mutluluk kaynağı olan eğlenceler…

Torbalarla hediye/ oyuncak, leblebi tozunun dilsiz bırakan gücü karşısında acizdir bugün…

Az bir para yetiyordu her şeye…

Sadece biz çocuklar için değil… Evin ihtiyaçları için de… 

Bir süpermarketin en dandik reyonunun beşte biri kadar olan bakkal temizliğe yetiyordu, soframıza yetiyordu, çocuklara yetiyordu…

Ah nerde o eski güzel günler şarkısı değil bu.

O kasvetli, yağmurda su birikintileri ve çamura teslim daracık sokağı geri istemiyorum. 

Aradığım o mütevazı şartlar içindeki huzur ve doygunluk hissi…

Sokaktan bir komşunun doktora gitmesi başlı başına bir hadise olurdu… Demek ki, sağlıklıydık. 

Şimdi hastane kapısında numara alıyoruz… Banka kapısında numara alıyoruz… 

Elimizde tuttuğumuz sıra numarasından ibaret sıradanlaşmış şahsiyetlerimizle hastalıklarımızın/ faturalarımızın peşinde sağlık, huzur, mutluluk arıyoruz.

Nasıl bir belaya düçar kaldıysak, kaybettiğimizin ne olduğunu bilmeden arayış içindeyiz. Milli piyango kuyruğunun sebebi de budur.

Piyangodan kazandığıyla abat olmuş kim var?

O daracık sokakta yediğim ekmeğin, domatesin, karpuzun tadı şimdi üç- beş misli pahalı organik ürünlerde yok! Çayın da…

Lezzetin içine gerçekten İsrail mi etti; yoksa ağzımızın tadı ruhumuza eş bir çözülmenin iflasını mı yaşıyor? Bilmiyorum. 

Bacak kadar çocuklardık… Arka mahallede bir arkadaşımız kazara dayak yese, anında toplanır hesabını sormaya kalkardık. (Topluca dayak yeme ihtimaline rağmen…)

Şimdi arkadaşımızın hakkı için değil, kendi hakkımız için bile korkağız!

Büyük dert… Büyük elem… Büyük keder… 

Aman kimseyle bozulmasın aramız; işimiz bozulmasın, akarımız durmasın… Ödenecek taksitler, girilecek yeni borçlar var. Servet mi diyorsunuz! Ne serveti. Hepi topu üç kuruş. Sınıf atladıkça, atladığımız sınıfın en fakiriyiz… Daha çok lazım… 

Gayrı safi milli hasılaya denk bir artış gösterseydi mutluluğumuz, ben bu yazıya kafa yoruyor olmayacaktım.

Yolumuz asfalt… Köprülerimiz tamam… Her cebimizde telefon… Yoğurdumuz bin çeşit…

Fakat sokağımız yok.

Ölenlerden, doğanlardan haberimiz yok.

Çayımızın tadı yok. 

Netice?

Bilmiyorum!