Ayasofya'nın statüsünün değişmesi öncesinde kaleme aldığım yazımda Ayasofya'nın Yunan halkının halen yasını tuttuğu geçmişiyle arasındaki bağlantı nesnesi olduğundan ve Ayasofya'nın statüsünün değiştirilmesinin Yunan halkının seçilmiş travmalarını tetikleyeceğinden; bunun da onların İstanbul'un fethinden sonra kaybettikleri toprakları geri alma ülküsü olan "Megali idea" fantezisine hizmet eden bir davranış olacağından bahsetmiştim.
Yunanistan ile geçmişten bugüne varlığını örtük veya açık bir şekilde her daim sürdüren siyasi gerginliklerimiz son dönemde güç gösterileri, semboller ve manipülasyonlar üzerinden yeni bir düzeye ulaştı. Akdeniz ve Ege’deki münhasır ekonomik alanların paylaşımı konusundaki sorunları basının gündeminde 1 numara iken, iki gün önce Yunanistan’ın Türkiye sınırına yakın köylerinden biri olan Yeni Bosna’ya dev bir haç dikilerek orada dini bir tören düzenlendi. Bu haça giden yol ve haç Türkiye’den de görülebilecek şekilde ışıklandırıldı. Düzenlenen törende papazların dualarından biri de Türklerin bu haçı gördüklerinde Yunanları hatırlamasıydı. Tabi bunu okuyunca kendi kendime vampir miyiz ki haçtan korkacağız diye sordum. İşin şakası bir yana bölge Türkiye’ye sınır olmasının yanında Gagavuz Türklerinin de yaşadığı ve Türkiye ile etkileşimin yoğun olduğu bir bölge. Buna benzer şekilde 2001 yılında Vodno Dağı’na devasa bir haç dikilmişti.
Ayasofya’nın statüsünün değişmesi öncesinde kaleme aldığım yazımda Ayasofya’nın Yunan halkının halen yasını tuttuğu geçmişiyle arasındaki bağlantı nesnesi olduğundan ve Ayasofya’nın statüsünün değiştirilmesinin Yunan halkının seçilmiş travmalarını tetikleyeceğinden; bunun da onların İstanbul’un fethinden sonra kaybettikleri toprakları geri alma ülküsü olan “Megali idea” fantezisine hizmet eden bir davranış olacağından bahsetmiştim. “Bundan bize ne!” diye düşünüyor olabilirsiniz ancak ne yazık ki mevzunun o kadar basit olmadığını bizzat yaşayarak görüyoruz.
Bazen bazı gruplar belirli yapılarla kimliklerini özdeşleştirirler. Bunun adına Proshansky (1978) “mekân/yapı kimliği” demiş. Bu yapılara gruplar (bazen de kişiler) bilinçdışı fantezilerini, inançlarını, duygularını vs. yüklerler. Görünen o ki Ayasofya Yunan halkı için sadece ruhani/dini bir sembol değil, grup kimlikleri ile bütünleşmiş bir yapı.
Bu sene temmuz ayında Ayasofya’nın statüsü camiye çevrildi ve Sn. Cumhurbaşkanı’nın en ön saftan katılımıyla -sanki Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’daki ilk namazıymışçasına ve Kovid-19 hiç yokmuşçasına- cuma namazı kılındı. Diyanet İşleri Başkanı hutbeye kılıçla çıktı. Yine bu sene İstanbul’un fethi ışık gösterileri eşliğinde ilk defa bu kadar şaşalı kutlandı. Bizim seçilmiş zaferimizi uyandıralım derken başkasının seçilmiş travmasını ve katı milliyetçi ideolojilerini de canlandırmış olduk. Zaten Ayasofya’nın statüsü ile ilgili tartışmalar başladıktan hemen sonra Yunan Milliyetçiliği en radikal halleriyle kendini göstermeye başlamıştı. Limasol’daki Köprülü Camii’ye molotofla saldırılması, Larnaka’daki Tuzla Camisi’nin duvarına Bizans Bayrağı asılması bu radikal milliyetçiliğin eyleme geçme örneklerindendi.
Bir grubun büyük grup kimliği tehdit altında olursa bu grubun üyeleri kendi sınırları ile ilgili çok hassaslaşır. Yunan halkı da tehdit altında gibi algıladığı kendi büyük grup kimliğini korumaya çalışıyor. Fakat bunu günümüz gerçekliği üzerinden değil kendi fantezileri ve geçmişi üzerinden yapıyor.
Yunanistan’ın büyük grup kimliğini tehdit altında hissetmesinin tek sebebi Ayasofya’nın durumu değil elbette. Şubat ayında çok sayıda şehit vermemizin de etkisiyle göçmenlere Avrupa ülkelerine olan sınırlarımızı açtık ve onlara giderseniz size engel olmayacağız dedik. Bu Yunanistan tarafında kendi sınırlarına dair tehdit algısı ve panik yarattı. Elbette biz bir yandan yıllardır çok sayıda şehitler vererek sınırlarımızı ve bütünlüğümüzü korumaya çalışıyor bir yandan da gelen milyonlarca mülteci ile yaşamaya çalışıyoruz ki bu çoğumuza sınır işgali ve hak ihlali gibi hissettiriyor. Yine de bu yazının konusu bu olmadığı için detaya girmiyorum. Zaten Şubat’ta mültecileri açıkça Yunanistan’a göndermemizde o dönem çok sayıda şehit vermemizin çok büyük etkisi olmuştu. Yani gördüğünüz gibi aslında hem kişiler arası hem toplumlar arası ilişkilerde fiziksel ve psikolojik sınırlar çok önemli.
Sınırlar konusunda hassaslaşmanın bir diğer sebebi Kovid-19’un yayılması. Kovid-19 somut belirtileri olmamasına rağmen hem insanların hem ülkelerin sınırlarından girip bizlere çok fazla zarar verdi, halen de veriyor. Evrensel bir travma girdabından geçiyoruz. Böyle dönemlerde regresyon (gerileme), geçmiş travmaların tetiklenmesi ve doğal olarak sınırların netleştirilmek istenmesi çok normal. İşte tam de bu yüzden böyle kriz dönemlerinde gerek iç gerek dış siyasette çok hassas davranmak gerekiyor.
Ege ve Akdeniz öyle bir saha ki hem Türkiye hem de Yunanistan, kendilerince tutarlı coğrafi unsurlar üzerinden bu sular üzerinde bir şekilde hak iddia edebiliyor. Kıta sahanlıkları, Ege adaları, uluslararası anlaşmalar kısacası kimin daha çok haklı olduğu bu yazının konusu değil. Esas olan 100 yıldır mevcut olan durum neden şimdi ve bu kadar uluslararası (AB, ABD, Fransa, Libya, Mısır, Kıbrıs ve garantörü Birleşik Krallık sadece sahne önündeki aktörler, sahne arkasında ise Çin ve Rusya’da dahil onlar ülke ve millet konuya dahil olmuş durumda) bir boyutta tartışmaya evrildi. Mülteci krizi, pandemi, Ayasofya’nın camiye çevrilmesi vs. Türkiye’nin siyasette Osmanlı’nın sembollerini açıkça kullanması iki ülkenin de kendi grup kimliklerini koruma amaçlı ülkelerinin kara ve su sınırlarını netleştirme girişimlerine yol açtı. Ben kimim, sen kimsin; benim alanım neresi, senin alanın neresi; güvende miyiz gibi sorular bilinçli veya bilinçdışı olarak dönüp duruyor. Akdeniz ve Ege’de sondaj gemileri ve savaş gemileri birbirine güç gösterisi yapıyor. Aslında bir ileri bir geri sınır belirlemeye çalışıyorlar. “Güç” kelimesi Latincede “patere”, yani “dediğini yapmaya muktedir olmak” anlamına geliyor. Diyeceğim o ki; her iki tarafta şu ana kadar ancak gücün “gösterisini” yapabildi.
Bence bu krizin aşılmasındaki asıl engel ülkelerin ve büyük grupların kendi kimliklerini korumak adına bilinçdışı fantezileri ile eyleme geçmeleri ve fakat bunun hiç farkında olmamalarıdır. Asıl tehlike budur. Mesela bir Fransız haber sitesi olan Aleteia –kendi geçmiş kaygılarını canlandırarak- yakın zamanda Türkiye'nin Osmanlı zamanındaki Akdeniz emellerini yenileyerek güç göstergesinde bulunduğunu yazmış. Oysa Osmanlı zamanındaki fütuhat anlayışı günümüz Türkiye’sinde yok.
“Biz” ve “onlar” mantığında düşünmek çok normal olsa da “onlar”ın mevcudiyeti “biz” e tehdit oluşturduğunda tehlike baş gösterir. Ne yazık ki şu andaki algı tam da böyle! Bu yüzden iddialarımızda haklı olsak bile süreci yönetme şeklimizi gözden geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Semboller, güç gösterileri ve manipülasyonlar yerine gerçek bir iletişim kurulması gerekiyor. Biz doğru bildiğimizi yaparız, Yunan bizi ilgilendirmez mantığı uzun vadede bize zarar verir. Öncelikle Yunan halkının kitle psikolojisini anlamak ve onları psikolojik ögeleri de kullanarak gerçeğe çekmek gerekiyor. Onların grup kimliklerine tehdit oluşturmadığımızı, bizim Osmanlı’nın fütuhat anlayışında olmadığımızı, onların inançlarına, geçmişteki acılarına saygı duyduğumuzu, sınırlarımızı sağlıklı bir şekilde netleştirerek karşılıklı alışverişte bulunabileceğimizi hissettirmemiz gerekiyor. Ancak böyle bir zemin oluşursa geçmişin hayaleti aramızdan kalkarak gerçek bir uzlaşma sağlayabilir ve haklı iddialarımızı elde edebiliriz.