PULSUZ

Recep GARİP 30 Haz 2023

Recep GARİP
Tüm Yazıları
Yıl bin dokuz yüz yetmiş dokuz Kasım. İstanbul'un bulanık olduğu günler.

Yıl bin dokuz yüz yetmiş dokuz Kasım. İstanbul’un bulanık olduğu günler. Sisli akşamlar. Vapurların tıklım tıklım olduğu kış sabahları. Kırlangıçların delicesine uçuştukları kuşluk vakitleri... Üsküdar’dan Kadıköy’e gidilen Karaca Ahmet ve Haydarpaşa köprüsü. Trenin uzun uzun hasret düdükleri, Anadolu yankısının gurbet günlüğü. Bütün bunlar bir rüzgâr gibi geçti o günlerden. Kız Kulesinin oraya kadar yürüyebilir daha da ilerisine geçit yoktu. Sonraları sahil yolu adı altında yol açılmış olsa da, yaşananmış hatıralar üzerinden geçip giden arabalar ve insan kalabalıkları ruhumuzun bir yanını incitiyordu. Nice akşamlarda, gecelerde Kız Kulesine doğru yürürdük İbrahim Benlioğlu, Mehmet Sandıkçı, Akın Ergenekon, Mustafa Ali İslamoğlu ile. Kimi zaman Recep Aköz, Müstakim Haksal, Fikret Demirkaya, Şükrü Sarı ile nice hayallerimizi birbirlerimize anlatırdık. Rahmetli İbrahim Kardeşimle uzun konuşmalar yapar, duygulanır ve ardından birkaç ilahi-kaside formunda şarkılar dinlerdim. O vakitler ne güzel kardeştik. Birbirlerimizin acısında yüreğimiz acır, sevincinde yüzümüzde esenlikler boy verirdi. O yıllarda İstanbul daha bir güzel miydi? Mavera, Sebil, Yeni Devir, Gölge, Vesika gibi dergilerimiz yüreğimizin harmanlandığı dergilerdi. Cağaloğlu’ndan yukarıya doğru tırmanırken Bedir yayınlarında Mehmet Şevket Eygi’yi görür selamlar, hemen karşısında Kadir Mısıroğlu’nun hummalı çalışmalarını “Sebil” yayınlarında izlerdik.

O vakitlerde de dünyada oldum olası savaşlar vardı. Kesintisiz sürüyordu savaş. Nasıl oluyorsa hep Müslüman halklarda-coğrafyamızdaydı savaşlar. Türkistan Türkistan hep içimizde fırtına, Kudüs yüreğimizin can elmasıdır. Afrika bizler için Hz. Habeşistanlı Bilal hatırlatsa da menekşe gözlü çocuklarımız gün yüzü görmüyordu. İran-Irak savaşı, Afganistan’ın işgali, Çeçenistan direnişimiz ve Bosna ne çok yanımız-yöremiz yangın içindeydi ve bizler üniversitede öğrenciydik o vakitler. Bir yanımız savaşın içinde, cephede savaşır gibi celalleniyor, kızgın demirlerde örste kendimizi dövüyorduk. Diğer yanımızda kitaplar, dergiler, şiirler, kültür ve sanat vardı. İçimizde duran ateş Kuran ve sünnete sevdalanmaktan gayrı bir aşkımız yoktu.

Kimi akşamları fırtına olur. Soğuk alabildiğine acımasız, kar alabildiğine düşleri, sevdalı yürekleri alabora eden o güzelim bembeyaz örtüsüyle içimize dışımıza çökerdi. Ne akşamlarımız-gecelerimiz vardı katıksız, odunsuz ve çorbasız. Rüzgârın vınlayan sesiyle ısınmaya çalıştığımız uzun kış geceleri okuduğumuz kitaplar ısıtırdı bizi. Fakülteli yıllarımızın morumsu esen deli rüzgârları çelikten bir gövdeye döndürüyordu düşüncelerimizi. Ve günün belli olmayan alışkanlık alışkanlıklara dönüşen kitaplarla dostluğumuz vardı. Nice şiir denemelerim ve günlüklerim. Hep o kış günlerinin tablosunda Afganistanlı kardeşlerimle dağlarda kurşun sıkar gibi kitap okur, mısralar yazardık. Sofraya koyduğumuz hazır çorbalıkların fazlalaştırılan suya kesişiyle kaşıklarımızı salladığımız sofralarda hep Eritre’nin, Kırımın, Afganistan’ın, Filistin’in soluğu olurdu. Öyle zamanlar olurdu ki; ekmek boğazımızda düğümlenir gözlerimizi birbirimizden saklardık. Rahmetli Erdem Bayazıt’ın “Sabır, Savaş Zafer; Adım Müslüman” ifadeleriyle uykuya dalardık.

Hep böyle günlerde yoğun bir okuma alışkanlığı edinmiştim. Çehov’un hikâyelerini, Cahit Zarifoğlu’nun Yaşamak isimli günlüklerini, Necip Fazıl’ın Çöle İnen Nur’unu, Moskof Mezalimini, Sezai Karakoç’un Yitik Cennet’ini, İslam adlı eserlerini hep o günlerde okumuştuk. Yine sisli bir akşamdı. Fırtınayı andıran esintiler alıp başını gidiyordu. Ayağımdaki Sümer yapısı iskarpinin haşatı çıkmıştı. Bağlarbaşı’ndan Kadıköy’e inmek istemiştim. Uzun zaman sahilde dalgaları, Sultanahmet’ten gökyüzüne ellerini açmış dua eden masum ve mahzun Ayasofya’yı izliyorduk o günlerde. Yüreğimin parçalanmamış bir bölümü varsa oraları paramparça ediyordu. Vapur düdüğünün inlemesi bir ölüyü taşır gibi geliyordu bana. Haydarpaşa ayrı bir gurbeti taşırdı içimizde.

Yine böyle bir akşamdı; Gençlik kitabevinde kitaplarla ısınmaya çalışmış daha sonra Kadıköy İhtiyarlar Kahvesine doğru yürümüştüm. Nedense Gençlerin Blardo Salonuyla İhtiyarlar Kahvesi hep benim dikkatimi çekmiştir. Enteresan olayları seyretmek mümkündür buralarda. Sıkıntılı yılların verdiği ağırlığı kendi köşelerinde dağıtmaya çalışan yaşlılar ve gençliğin verdiği hovardalığın ayrı bir görüntüsü olan Blardo oyunları... Kahve dışardan oldukça muammalı gözüküyor, dışarının yoğun sis ve fırtınayı andıran havasının içerideki sigara ve öksürük dumanlarıyla birbirlerine nasılda sırt çevirdiklerini görmek mümkün pekala mümkünüdü..

İşte bu kahvede tanışmıştım rahmetli şair Sedat Umran’la. Sedat Umran, atmış yaşlarında birisiydi. Kahvenin gürültüsü, öksürük ve sigara dumanları onu hiç etkilemiyordu. Eline aldığı Almanca bir kitabın içerisine gömülüyor kaybolup gidiyordu. Kitap okurken dikkatimi çekmişti. Sessiz bir şekilde uzun zaman kendisini seyretmiş, neden sonra kendimi toparlayıp tanışmak istemiştim. Oldukça olgun ifadelerle karşılamış kendisinin Sedat Umran olduğunu söylemişti. Daha önce “Leke” kitabını okumuştum. Diriliş Dergisindeki şiirlerinden çoğunlukla tanıyordum. Kendisini tanıdığımı söylediğimde, gözlerinden okuyabildiğim bir mutluluk yaşamıştı.

Her hafta kendisine uğruyordum. Buluştuğumuz akşamlarda bana uzun uzun şiirlerinden ezbere okurdu. Okurken kendisinden geçer gibi olurdu. Rahmetli Necip Fazıl Kısakürek’i çok sevdiğini belirtmiş, Sezai Karakoç’a hayranlığını bir defasında ifade etmişti. Kendisinden faydalandığımı burada belirtmeliyim. Bir keresinde şöyle demişti: “Kitaplığımda bulunan ne kadar şiir kitabı varsa hepsini bir çuvala doldurup sana getireyim olmaz mı?” Bende ne kadar sevinmiş olmalıyım. Kitap almak, Fakültede okumak, çorba içmek, sobasız ısınmak, yazı yazmak, şiir yazmak bunlar basite alınacak işler değildi. Bizi bu yoksulluklar, acılar büyütmüştü.

O yıllarda kafamda tasarlayıp duruyordum. Bir şeyler yapmalıydım. İdealist insanların kendilerinden fedakârlık etmeleri gerektiği su götürmez bir gerçekti. Mesajın ulaşması için mutlaka bir yol bulmalıydım. Yıllar geçti aradan. Hep o yolu arayıp durdum. Önümüze gelen insanlara yapılması gerekeni yapmalı dedik. Okumayı seven gençlere rastladım. Şiir yazan yeni yetmelere özenle okumaları gereken eserleri tanıtma çabalarıyla geçirdim. Hep didinip durduk, ayakta durmaya çalıştık.

Ve “Yeni Sıla”dan, Mavi Gül’den sonra “Pulsuz” kelimesinin içerisinde bir dehlize düşer gibi düştüm. Fuzuli’nin ismini fazlalık görmesi gibi bir şey miydi bu? Bilmiyorum ama bu tam istediğim gibi bir kelimeydi. Vermek istediğimi bu isimle okuyucuya ulaştırmalıydım. Meteliksiz ve cebi delik. Yapılması gerekenin yapılması. Benim olduğum yerde mutlaka başkalarının da bulunacağı gerçeğiydi. Ve “Pulsuz” yayın hayatına girmeliydi. Genç gönüllerle büyümeliydi sessiz, sedasız, kararlı ve inatçı bir şekilde. Cebimizde bulunan son pul kalıncaya değin kendi saflığı ve bütün kucaklanması gerekenleri kendi kanatları altına çağırarak.

“Pulsuz”, şiirin ve sanatın saf görüntüsü olmalıydı. Allah’ın rahmetine sığınıyor, bize aşılması gereken nice yollarda kolaylıklar vermesini temenni ederek yolları yürümeliydik. Bu yollar “Yürüyüş”e uzanmalıydı.

Geçmişe böylesi bir dönüş yapınca eski bayramları hatırlamamak mümkün değildir elbette. Lakin bir başka fasıla bırakmış olalım ve Kurban Bayramının ülkemize, coğrafyamıza, insanlığa esenlikler getirmesini, nice bereketli ömürlere bayram sevinçleri temennisiyle Rabbim yardımcımız olsun. Bayramımız mübarek olsun.

www.recepgarip.com