İstanbul Boğazı'nda denizin suyu üstten Karadeniz'den Akdeniz'e doğru akar, alttan da Akdeniz'den Karadeniz'e…

Ben Karadenizliyim. Zaman zaman yazılarıma da yansır, okuyucularım da bilir. Hele ki; Boğazın akıntıları Akdeniz ile Karadeniz’in birbirine karışması; TL, Avro, dolar üçlemini tanımlarcasına…

Hocam Bülent Soylu’nun paylaştığı yazısında “Şu İstanbul Boğazı’nın suları üstten başka tarafa akar alttan başka tarafa” dediğinde nereye ulaştığını tahmin etmek zor olmasa gerek…

Neyse konumuza dönersek;

Boğazın sularındaki “ters” akıntıları bilir misiniz?

İstanbul Boğazı’nda denizin suyu üstten Karadeniz’den Akdeniz’e doğru akar, alttan da Akdeniz’den Karadeniz'e…

Yahu o taraf da deniz, bu taraf da; oradaki de su, buradaki de deyip akıntıların durmasını ya da en azından sadece bir taraftan diğer tarafa akmasını bekleyebilir misiniz?

Nedenini bilmezseniz, boşu boşuna beklersiniz belki de…

Ama bu seferde denize düştüğünüzde hesapta olmayan bir taraflara sürüklenirsiniz. Akıntıların tabiatını bilmek gerek.

Karadeniz’in suyu, seviyesi yüksek olduğu için Akdeniz’e akarken; Akdeniz de, daha tuzlu olduğundan alttan altta Karadeniz’e akar. Bu durum o suların kendi kanunudur.

Ne yapsan durmaz. Başkalarının lafına hiç uymaz.

Dolardı, Avroydu, liraydı dediğimiz para piyasası da aynen Boğazın suyudur. Kendi tabiatı nereye gitmeyi gerektiriyorsa o tarafa doğru akar gider.

Öyle “dur” falan demeyle de önüne geçilebildiği görülmemiştir.

Kendinden başkasını dinlemez pek.

Zaten laf dinlemek ne ki, büyüklerimiz daha ilerisini görüp “sermayenin dini imanı olmaz” dememişler mi?

Üç tarafı denizlerle çevrili ve Akdeniz üzerinden yerkürenin bütün okyanuslarına açılan ülkemizin para piyasası da aynı kurallara tabi değil midir?

Baktı ki bu tarafta seviye düşük, cazibe bu tarafta, bu tarafa akar…

Baktı bu taraf fazla tuzlu, o tarafa akar.

Türkiye;

- Dış borçlarını öderken,

-Dışarıya çıkan sermaye döviz toplarken,

-İthalatının ihracatla karşılanamayan üçte birini kapatırken,

-Doğal gazı, petrolü, hammaddeyi dışarıdan tedarik ederken,

-Uçaklar, yabancı otomobiller alınırken,

Yerinde durduğunu sandığı Türk Lirası ile değil de, o her gün yükselen dolarla, avro ile ödeme yapmayacak mı bu memleket?

Bunlar yükselirken; bindiği dolmuş, yaktığı elektrik, içtiği su, yediği ekmek, kullandığı Çin malı şemsiye, yabancıların eline teslim ettiğimiz sigarası, ilacı o dolar ile birlikte pahalılaşmayacak mı?

Hükümetin kendisinden istediği vergiler artmayacak mı?

Tabii ki artacak.

Peki, ya paraları dolara-avroya değil de altına yatırırsak?

O da olmaz.

Çünkü karşımızdaki mesele paranın nereye yatırıldığı değil, “Türk Lirasından kaçıldığı”dır.

Dolara, avroya, Rus rublesine, Hint rupisine… Ve aynen bunlar gibi el değiştiren paralarla dünyanın bütün denizlerini dolaşabilen altına da “yatırsan” aslında yaptığın sadece kendi parandan kaçmandır, paranın değer düşüklüğünden çekinmendir.

Oysa bizim meselemiz dövizin değerini düşürmek gibi görünse de özünde Türk lirasından kaçışı önlemek değil midir?

Üstelik, bu kaçış dövize doğru olduğunda o döviz yine Türkiye’deki bankalarda ve dolayısıyla ekonomide kalır da, altın olup kolda bilezik, gerdanda beşibiryerde olursa ve geleneği dolayısıyla daha çok yastık altında saklanırsa fiilen milli ekonomiden çektirilmiş, zaten düşük olan milli tasarrufumuzun bir kısmını daha yastık altına sokulmuş olmaz mı?

Hasılı kelam;

-Bizdeki sermaye kıtlığı, dış ticaret açığı ve borçlanarak tüketme alışkanlığı,

-Sermayenin kendini sağlam limanlara atma duygusu,

-Dünyada ve daha çok Ortadoğu’da başlayıp bize bulaşan olaylar sürdükçe;

-Ülkeye önce siyasi sonra ekonomik sükunet gelene kadar;

Denizler arasında alttan üstten daha çok akıntılar olur.