Soyut düşünce oluşabilmesi için her şeyden önce düşünmenin oluşması gerekmiştir.
İnsan tarihi gelişme süreci içinde daha önce anlattığım gibi el- beyin koordinasyonu ve beyin- beyin koordinasyonu aşamalarından geçtiğinde, yani mağara duvarına resim yapmayı bırakıp yazıyla derdini anlatmaya başladığında, soyut düşüncenin oluşumundan söz etmiştik. Soyut düşünce oluşabilmesi için her şeyden önce düşünmenin oluşması gerekmiştir. Ancak düşüncenin oluşmasıyla birlikte kurulan ilk insan topluluğundan itibaren düşüncenin engellenmesi girişimi de başladı. Çünkü kabilenin bir bireyi kabilenin reisine karşı çıkmayı düşündü elbette, bunu gören kabile reisi diğer bireyden güçlüyse onu hemen öldürmüş olmalı. Böylece hem bir rakipten kurtulmuş hem de diğer bireylere böyle bir şey düşünürseniz başınıza gelecek budur dersini vermiş oldu. Yani düşüncelerinden dolayı öldürülen ilk insan işte bu insan oldu ve bu olay günümüze dek hiç aksamadan süregeldi. Soyut düşünceyi geliştiren insan gözünü ilk önce kendi dışına çevirdi, yani gökyüzüne. Yıldızların hareketlerini gözlemeye ve buradan bir evren ve yaratılış ya da var oluş yorumu çıkarmaya başladı. Böyle bir hür düşünceye izin verilemezdi, anında karşıt güçler devreye girerek, kendi inançlarını düşünen insanın üzerine baskı kurmak için kullanmaya başladılar. Dünyaya barış için, huzur için gelen bütün dinler geldikleri andan itibaren bozulmaya uğrayarak önce kendi haklarını isteyerek kendi dinlerine uygun özgür düşünmelerine izin verilmesini istediler, bu izin verildiği ve insan kaynağı açısından güçlendikleri andan itibaren kendileri dışındakileri ötekileştirdiler ve yok etmeye karar verdiler. Mümkün olduğu sayıda karşıt insan yok edildikten ya da silah zoruyla kendi inancına çekildikten sonra, bu sefer kendi inançları içindeki aykırı sesleri temizlemeye giriştiler. Bildiğiniz gibi bu olay önce antik Mısır’da, oraya dışarıdan gelen düşünce özgürlüğü kurumları yerleştiğinde başladı, böylece bağnazlar tarafından baskıya alınarak kadim Mısır imparatorluğu çökertildi. Sonra yine önce Mısır’dan başlayarak Orta Doğu ve Avrupa’yı saracak şekilde bu sefer Hristiyanlar kendilerinden başka inancı kabul etmeyerek ve üstelik Kilise ile bu zorunlu inanç birliğini kurumsallaştırarak 1000 yıl sürecek karanlık çağlara imzalarını atmışlardır. Bu dönemde insanların Kilise’nin dogmalarından öte bir şey düşünmesi ya da düşündüğünün iddia edilmesi yakılarak ölmelerine yol açmıştır, kilise böylece insanların tepesinde tuttuğu Engizisyon kılıcıyla bırakın düşünceleri açıklamayı, düşünceyi biçimlendirmeye çalışmıştır. 1200 yılına gelene kadar belli düşünce adamları yetiştirmeyi başaran İslam ise bu tarihten itibaren Hallac-ı Mansur’un trajik bir biçimde öldürülmesiyle aynı sonuca ulaşmış ve kendi inancından başka inançları yok etmeye girişmiş ve daha sonra kendi inancı içinde de iktidarda olanın hoşuna gitmeyen inanç sahiplerinin yaşamasına izin verilmemiştir. Bu ne yazık ki İslam coğrafyasında herkesin şahit olduğu gibi bugün bütün şiddetiyle sürmektedir. İslam ne yazık ki karanlık çağlarını henüz aşabilmiş değildir.
Avrupa’da Kilise’nin büyük baskısı altında yaşasa da insanlar, günü geldiğinde bütün zulümlere rağmen sanat eserleri vermeye başlamışlar, bunu bilimsel çalışmanın Hypatia’dan beri ilk kez yeniden canlanması çalışması izlemiş- Galileo, Kepler- ve Avrupa 1789’da Aydınlanma Devrimi’ni gerçekleştirip Kilise’nin iktidar hırsından kendini geri çekmesiyle insanlarına bireysel özgürlüğü ve düşünme özgürlüğünü çok kan akıtma pahasına kazandırmıştır. Bugün dünyada geçerli eğilim, düşüncenin özgür olması, şiddet içermediği ve şiddeti özendirmediği sürece her türlü düşüncenin kendini ifade etmesinin önünde hiçbir yasal engelin bulunmamasıdır. Böylece insan gerçek anlamda insanlığının tadına varabileceği yeni ufuklara yol alabilecektir.
Ancak bilindiği üzere dünyadaki bütün gelişmemiş ülkeler düşünce özgürlüğünün olmadığı ülkelerdir, nedeni ise çok basit; düşünce özgürlüğü tanımadığınız insan topluluğu kendisi için gerekli olan teknolojileri üretmeyi başaracak bir soyut düşünce sistemine geçemiyor, çünkü günlük yaşamı özellikle dinsel baskılar altında ve yönlendirilmiş düşünceler üzerinden yürümek zorunda kalıyor. Ve aynı toplumlarda kadın eve kapatılıp, eğitimden yoksun bırakılıyor ki, bu da zaten toplumun yarısının ekonomik ve düşünsel hayattan kopması demek oluyor fakat tek zararı o toplumun kendisi görüyor ve öncelikle ekonomik olarak ama sonrasında toprakları, kaynakları açısından da dışa bağımlı hale geliyor, çünkü üretim yapıp istihdam yaratacak gücü olamıyor. Eğitim toplumun kalan kısmına da iktidar sahiplerinin iktidarını koruyabileceği şekilde düşük düzeyde verildiği için, toplumun bilimsel-teknolojik gelişme yolu daha başından engelleniyor. Bu durum elbette çok gelişmiş ülkelerin işine gelmektedir çünkü o ülkelerin doğal kaynaklarını, enerji kaynaklarını- özellikle petrol varsa, o ülkenin vay haline- kendi çıkarına kullanma gücünü elde ediyorlar, bu bugün için gelişmiş ülkeler lehine bir ekonomik zenginlik yaratıyor gibi görünse de, dünyanın büyük çoğunluğunu oluşturan bu eğitimsiz ve sağlıksız insan topluluğunun gelecekte dünyanın başına açacağı felaketleri öngörmek için kahin olmaya gerek yoktur.
Gelelim insanın düşünce özgürlüğünün getirdiği bilimsel gelişmenin, yani insanın dışına yönelmesinin tersi olan ama aslında insanın insan olması için asıl gerekli olan içe dönük düşünce özgürlüğünün ne demek olduğuna. Her şeyden önce baskı altına alınmış, düşüncelerini açıklamakla hatta düşünmekle bile tehdit edilen insan, düşünemez, düşünse bile düşünme sistemini geliştiremez, böyle olunca da içe dönmesi imkansız hale gelir. İnsanı insan yapan değerler arasında ahlak (dinsel bir kavram olarak değil), erdem, basiret (akıl) gibi nitelikler vardır. Özgür düşünmeyen ve bir diktatörün, bir kurumun ya da inancın esiri konumunda yaşayan insan elbette bu niteliklere de ulaşamaz. Vicdan özgürlüğü hür düşünceli insanın gerek inançlarının kendisi ile Tanrı’sı arasında olmasını, gerekse düşüncelerinin hiçbir sınırlamaya tabi tutulmadan varlığını ve ifadesini ona tanıyan bir haktır. Bu hakkın kullanılmasının sınırlanması ya da bir zümre lehine zorlanması insanın insan olma özelliklerinin dumura uğraması sonucunu doğurur. Ve düşünce özgürlüğünün sınırsız olması da insanın soyut düşünceler denizinde yüzmeye başlamasına neden olur, işte toplumları ilerleten, toplumda felsefenin, sanatın ve bilimin ilerlemesini sağlayan bu soyut düşüncenin zenginleşmesidir. Yani insanın sosyal evrimindeki son aşaması bu olmak zorundadır. Zaten dünyanın çektiği acıların, diktatör özentilerinin bu kadar yayılmasının ve insanların sürekli inançlara ve inançlar içindeki alt birimlere ayrılarak yönetilmeye çalışılmasının nedeni de aynı noktadan çıkmaktadır.
GÜNÜN SÖZÜ: ÖZGÜR VE NİTELİKLİ DÜNYA