Yeni bir Ekim sabahındayız ve rüzgârlar sert esiyor artık. İlkbahar ve yaz gibi sonbahara da hazır bahçemiz.
Ağaçların yaprakları anlaşmış gibi ayrılıyor dallarından. Ve toprakla buluşmanın mücadelesi var. Ama kim bilir rüzgârla nereye savrulacaklar? Kendi sonlarından haberli bahçedeki bitkiler, ağaçlar, dallar, yapraklar gibi yerdeki canlılar ve gökteki kuşlar dahi hazırlık içinde. Yaklaşan kışı bilen canlılar, yaz boyunca biriktirdikleri ile kara kışa hazırlar.
Her canlının mutlak gerçeği olan ölüm, kavrayabildiğimiz en acı gerçeğimizdir. Çaresiz kaldığımız, kaçıp kurtulamadığımız, parayla üstesinden gelemediğimiz, zamanını ve yerini bilemediğimiz ve değiştirme gücümüzün olmadığı bir son. Kimine göre basit bir tükenme hali, bitiş ve yok oluş. Kimine göre geçici dünya yaşamından gerçek hayatın başlangıcına açılan kapı.
Ses Yok
Güzel’e Yolculuk kitabımızın arka kapağında şöyle tasvir etmiştik ölümü: “Öyle bir an gelir ki ses yok, ışık yok, alt yok, üst yok; ileri, geri, yukarı, aşağı, beyaz, siyah… Hiçbiri yok. Tüm kavramlar, isimler, nesneler anlamlarını yitirmiş. Madde yok, mana yok. Yok bile yok. Tam bir boşluk. Derin bir sessizlik. Hayatın anlamını yitirdiği bir boşluk anı”.
Beden ile ruh, rüzgârın önündeki yapraklar misali hızla geldikleri yere doğru yol alır ve insanın dünya hayatı son bulur. İçinde bulunduğumuz dünyanın gerçeği ile kavrayabildiğimiz bu son, kavramakta zorluk çektiğimiz ama inandığımız diğer âleme dirilişimizdir aslında. Yeryüzündeki her şeyin bir karşılığı, bir zıddı olduğuna göre dünyanın da bir karşılığı olsa gerek. Gece olmadan gündüzün anlamsızlaşması gibi sonsuzluk âlemi olmadan dünyanın da anlamı yoktur. Dolayısıyla ölüm, dünyanın ötesine doğuştur.
Yeryüzünde görüldüğünden bu yana insan, bu en acı gerçeğinden kaçmış, psikolojik düzlemde onu bilincin altına itmeye çalışmış ise de düşen yapraklar misali çevrede ölenler, insanı ölümün kucağında bir hayata mahkûm etmiştir.
Bugünün insanının temel çıkmazı; ölümü, zihin, duygu ve gönül dünyasında yerli yerine oturtmamış ve anlamamış olmasından kaynaklanıyor. Evet, ölüm gerçeğini bilmediğimiz için hayatın da hakikatini bilmiyor, hayatı anlamıyor ve hayata hakkını veremiyoruz. Çünkü ölümü bilmek, nefsimizi, kendimizi ve hayatı bilmektir.
Ölümle Dostluk
İnsan, en önemli gerçeği olan ölümle dost olursa tekrarı olmayan hayatına anlam katabilir. Yaşamın içine çekilmiş ve ruh sağlığımızla uyumlu bir anlam yüklenmiş olan ölüm gerçeği, hayatımızı her yönden zenginleştirecektir. Çünkü ölüme yüklediğimiz anlam, hayatın hakikati ile bizi yüzleştirir, madde odaklı tek tip yaşamdan kurtarır, kalbimizdeki sırları açığa çıkarır.
Düşünün ki bugün yeryüzünde birey, aile, kurum ve toplumu tehdit düzeyine ulaşan bunca vahşet, sebepsiz yere kıyılan canlar, ayyuka çıkan madde hırsı, giderek şişen benlikler, ötekine hayat hakkı vermeyen günlük davranışlar, ölümden giderek uzaklaştığımızın canlı kanıtları değil midir? Oysa hayatın içine ve algı alanımıza çektiğimiz, alışveriş halinde olduğumuz, anladığımız, basit bir son ve yok oluştan ibaret olmayan ölüm bilinci, hayatımızı dengeleyecek, içgüdüsel arzularımızı disipline edecek ve kendimizi yönetmemizi sağlayacaktır.
Hayattan alacaklarımız ile ona vereceklerimizin dengesini sağlayacak olan ölüm algımızdır. Bunun içindir ki psikoloji alanındaki araştırmalar, hayatı öncesi ve sonrasıyla bir bütünlük içinde ve Yaratıcı gücün eseri olarak algılayanların, hayatı doğum ve ölümden ibaret görüp yaşayanlara göre daha uyumlu, üretici ve dengeli bir yaşam sürdürdüklerini ortaya koymuştur. Şu halde ölüme gereken anlamı verip hayatımızın ayrılmaz bir gerçeği olarak ona hazırlanmak; hayata gerektiği kadar bağlanmak, insani değerlerdeki aşınmayla baş etmek ve yaşamın keyfine varmak için zorunludur.
Unutmayalım ki hayat, ölümden çalınan kısa bir zamandır.