Herkes ancak kendindeki Allah'ın ismi sayesinde Allah'ı idrak edebilir ve herkesin varacağı nokta kendindeki isimdir.
Ama herkes, Allah’ın kendindeki ismini tecellî ettirip ortaya çıkarınca vücut ve vücudun arzu ve istekleri kendiliğinden önemini kaybeder. Vücut ezelî ve ebedî diriliğe kavuşur. Ondan sonra ölüm o insanlar için asla olmaz. Ölmeden önce ölme seviyesine ulaşmak budur. Bu seviyeye ulaşan kimse, herkesteki Allah’ın adını idrak etmeye başlar. Bu şekilde Allah’ın bütün isimlerini tanır ve öğrenir. Onlara hürmet etme seviyesine ulaşır. Bu da “Her nereye baksan Allah’ın vechi oradadır” âyetini açıklar. Böylece ölmeden önce ölme derecesine varan kişi hürriyete kavuşur. Allah’la irtibatı artar ve o devamlı Allah’la beraber olan kişidir. Bu bakımdan kişinin ismini ortaya çıkarması onu hürriyete kavuşturup gerçek anlamda önce kendine, sonra herkese de öğretmenlik etmesini sağlamıştır.
Mümin de kendindeki isme kulluk eder, münâfık da kendindeki isme kulluk eder; bu şekilde mümin de münâfık da Allah’a kulluk eder. Yalnız münâfığın ismi celâlî isimdir; müminin ismi cemâlî isimdir. Münâfık, Allah’a kendi ismiyle ulaşır. Mümin ise son noktada Allah’ın bütün isimlerini idrak eder. O yüzden de idrâki kuvvetlidir. Münâfığın ise idrâki en az, en âciz seviyededir. Halka başka Hakk’a başka gözükür.
İnsan yalnız başına ancak kendi ismini, onu da ezelî nasibi varsa, bu âlemde idrak edebilir. Tekâmülde ise ‘nefs-i emmâre’den bile yukarı çıkması çok zordur insanın eğer önünde bir öğretmen yoksa. Ben cüce olan yeğenimle birlikte Louvre Müzesi’ni dolaşırken hiçbir şey görmeden bakıyordum resimlere. Kendisi ressamdı, David’in resmi önünde durdu ve “David burada ağlayanı ne güzel resmetmiş.” dedi. İlk defa resme baktım ve hakikaten inanılmaz bir gözyaşı çizimi gördüm orada. Belki benim de bütün hislerimi âşikâr ediyordu ama beni ilgilendiren oradaki adamın ağlayışı değildi. Ressamın onu nasıl yaptığıydı çünkü yanımda resmi bilen yeğenim bana ressamın o resmi niçin yaptığını ve nasıl yaptığını anlatmıştı. İşte dünyada da çeşitli resimler vardır fakat bize illâ ki resim eğitimi görmüş ya da baştan aşağı o resmin mânâsı kesilmiş bir öğretmen gelmeli ki resmin hakikatini ve ressama geçişin önemini göstersin. Mürşid-i kâmiller de böyledir. Hiç fark etmeden gezdiğimiz bu âlemde her görünen hâdisenin arkasındaki gerçek mânâyı göstererek kendi hiçliğimizi, aczimizi, karşımızdaki mânânın önemini ve Allah’ın her yerde tecellî ettiğini bize öğretirler.
Mürşid kimyadaki katalizör gibidir. Kendisinde bir reaksiyona girme ihtiyacı olmadığı halde reaksiyonu hızlandırır yani Allah’a kavuşmamızı hızlandırır. Sorunlarımızın arkasında yatan gerçekleri, âdil olarak görmediğimiz hâdiselerdeki adâleti gösterir. Kişisel irşad yapar, herkesi kendi ismine göre Allah’a eriştirir. Negatif isimli olanları da yani celâlî isme sahip olanları da kendisinden uzaklaştırarak ya da nefret ettirerek ya da kendisiyle bozdurarak Allah’a ulaştırır. Mürşit aynı zamanda ayna gibidir; pozitifin pozitifliği, negatifin negatifliği onunla ortaya çıkar. O bir mihenk taşı gibidir, ölçüdür.
Allah bize zâtıyla tecellî etmedi, isimleriyle tecellî etti ve o isimleriyle bizi eğitiyor. Dolayısıyla ezel âleminde, “Her yerde seni kendi ismine doğru çekeceğim. Mecbursun buna, bu senin ezelî nasibin” der Allah. “Kabul ediyor musun?” der. Ama bana nefsim hâkim olursa, yani ölü kısmım hâkim olursa, ismimi idrakten âciz olduğum için o çekilişi hissetmem. O zaman da verdiğim sözde durmamış olurum ve aradaki kişileri, ölüleri gerçek varlık olarak görür, sebep addederim. İşte bu bakımdan Allah bana tekrar tekrar, “Hayır, sebep yok, her yerde sana öğreten benim Rab ismimdir. Başka isim yok” der.
Kul, insân-ı kâmil demektir. Kul, yani kendini temizlemiş, nefsânî sıfatlarından arınmış, insanlık makamına yükselmiştir. O hâliyle öğreticidir. Çünkü öğrettiğinin farkında bile olmaz ama hâli öğreticidir. İşte o zaman o hâlin mes’ûliyetini taşır. O zaman canının istediğini yapmak hakkını kaybeder. Çünkü örnek olmak zorundadır.
Peygamber Efendimiz’e, ayak ayak üstüne attığında “kul gibi otur” emrinin gelişi, hayatta bir kere yüzük taktığında, “ben seni oyun oynamak için mi yolladım bu âleme” deyişi yâhut bir kere ayağını hızlıca yere bastığında, “kibirli basma” deyişi gibi Allah’ın onu dâima etrafa örnek hâlde olması için uyararak kendindeki bütün hakları yok etmesidir. Bu yüzden kulun yaşayışı daralır. Sonra kul, dünyaya inip de kulluğuna dönüp de Rabliği kalkınca o zaman mes’ûliyeti kalkar yani öğretme mes’ûliyeti kalkar ve o zaman da genişler. Onda varlık kalmadığı için sırf Allah’la bir ve beraber olur. Yaptığı her şey Allah’tandır.
Allah’ı tanımak için onun sevdiğini tanımak lâzım. Çünkü Allah’ın vahdâniyeti onun sevdiğinde tecellî eder. Ben Allah’ı bilemem, zât-ı ilâhîsini kimse bilemez. Ama isim ve sıfatlarını idrak için, o isim ve sıfat birliğini taşıyan bir kâmil insana mutlaka ihtiyaç duyarım. Onun varlığında kendi eksikliğimi, hiçliğimi, sadece bir veya birkaç isme sahip oluşumu, onları da yanlış uyguladığımı anlarım. O halde Peygamber Efendimiz’i tanımak, onu ve onun tebliğ buyurduğu dini kabul etmek demek her devirde onun tecellisini taşıyan ve onun ilmini bize aktaran insân-ı kâmili de tanımak ve kabul etmek demektir