Unutmayalım ki her kelimenin bir manası olduğu kadar birkaç manaya da delalet ettiğini görürüz.
Unutmayalım ki her kelimenin bir manası olduğu kadar birkaç manaya da delalet ettiğini görürüz. Bununla kalmayıp, her kelimenin türeyiş olarak birbirinden etkilendiği ve bir kelimeden onlarca kelimenin türediğini söylememiz gerekir. Aslında bütün kelime ve kavramların toplamında bir dil oluşur. Duygu, düşünce, hal ve davranış insanın hayata bakışını ve hayat tarzını belirler. Ne kadar düşünürsek düşünelim, ne kadar akledersek edelim, akıl kalbi bekler. Duygularımız bütün hücrelerimizle aklı ve düşüncemizi tasdik eder. Dolayısıyla duygu, düşünce ve davranış bizim kimliğimizi ve kişiliğimizi belirler. Duygu, düşünce ve davranışımıza göre hareket ederiz. İnandığımız değerler, akla, mantığa yatkın olduğu kadar, duygularımız nedir, kalbimiz ne diyor ona bakmamız lazım. Herşey bize aklımıza ve mantığımıza uygun gelse de iman dolu bir kalbe ve gönle ihtiyaç var.
Diğer yandan ‘dünya’ çok geçici bir âlem. Geçici bir âlem olması hasebiyle dünyayı beş duyu içerisinde görmeye başlarsak; o zaman idrakimiz, gördüğümüz şeyin yanlış ve olmayan bir şeyi var olup, hayal etmemiz gibi bir şey olacaktır. Çünkü Peygamber Efendimiz de bu konuda şöyle buyuruyor; “Ben dünyanın yorumunu yaparım; rüyânın yorumunu yapmam” anlamındaki söz bunu teyit ediyor” Demek ki dünyadaki her şey, hayal ve yoruma muhtaç vaziyette… Onun için insanlar, bu dünyada beş duyu içerisinde gördükleri şeyleri doğru zannederek, kendilerine sanal birer dünya yaratıyorlar. Aslında hakiki dünya bütün bunların ötesinde, insanların iç âlemini yansıtan “Misal âlemi”dir. Misal âlemi de; ancak kalbin açılmasıyla, kalbin nurlanmasıyla keşfedilen bir yerdir. Bu açıdan bakılırsa “Duyu” dediğimiz zaman, iki yönde algılanabilir. Birincisi maddî beş duyu olarak algılanır ki; daima insanı yanıltıcıdır. İkincisi İdrakle oluşan duyular vardır. O idrakle oluşan duyular, hakiki duyulardır; onlar bu beş duyunun dışında bir şeyi idrak etmek, anlamak, onun hakikatine yönelmek anlamındadır. İnsan tekâmül ettikçe de, duyuları da tekâmül eder. Duyması, duyumsaması ve kavraması da tekâmül eder.
Düşünce ve davranışlarımız da tamamen tekâmüle muhtaçtır. Çünkü bazı şeylere mecburdur düşünce ve davranışlarımız. Mesela önce gördüğümüz, duyduğumuz, hissettiğimiz şeylerle düşünürüz. Onun için “Cüzî akıl”la düşünüyoruz bir kere. Cüzî akıl akledemez, çünkü mecburdur; bu beş duyuya takılıp kalmıştır, onların da hiçbirisi hakiki değildir. Mesela ‘görme’ belli metrenin ötesini göremez, ‘duyma’ belli frekansın dışını duyamaz. Dolayısıyla hakiki olmayan bilgilerle düşünmeye başlamak; insanı doğru yöne yönlendirmez. O zaman ne olacak? Kalbin düşünmeye başlaması lâzım. Onun için Kur’an-ı Kerim’de Allah, “Cuma Sûresi”nde özellikle, Peygamberin kitap ve hikmet getirdiğini söylüyor. Kitapla öğretilen bilginin beş duyuya hitap ettiği, çünkü şer-i bilgi olduğu, yani her tür insanın kabul edebildiği; fakat kitabın içindeki hikmetin anlaşılabilmesi için, kalbin aydınlanması gerektiğinden bahsediyor. Yani basiret gözünün açılması lâzım, o zaman düşünce de tekâmül ediyor; insan, bu âleme niye geldiğini düşünmeye başlıyor. Aynı zamanda da yaratıcısını düşünmeye başlıyor. O zaman düşünce ‘hakiki düşünce’ hâline geliyor. Hakikatin sırrına eren; artık kafa gözüyle değil, kalp gözüyle görüyor, düşünüyor ve hissediyor. İşte o zaman gönül adamı oluyorsun. Kimseyi ve bütün varlıkları aynı merkezde düşünüyor ve ayrım yapmıyorsun. Tevhid inancına göre davranıyorsun. Adaletli ve ahlaklı oluyorsun. Fıtraten var olan vicdanın sesini dinliyorsun. Kamil insan olma yolunda ilerliyorsun. Duygu, düşünce ve davranış kelime olarak zahiren birbirinden farklı gibi görünse de mana itibariyle insanı kemalata yani olgunluğa taşıyor.
Kalbin nurlanması ve aydınlanmasıyla birlikte ilim irfan sahibi oluyoruz. İyi, güzel ve doğru kavramlar yerini buluyor. Ancak kalbin nurlanmasıyla bu kavramlar doğru yorumlanabilir. Aksi takdirde bizim ‘iyi, güzel, doğru’ dediğimiz şeyler, ertesi gün ‘kötü, çirkin ve yanlış’ dediğimiz şeyler olur. Yani her gün fikir değiştiririz. Onun için insan, hiçbir zaman aynı fikirde takılıp kalmaz; bir gün beğendiğini, yarın nefret ederek karşılar. O halde ‘hakiki iyi’ nin ve ‘hakiki doğru’ nun oluşabilmesi için; bir kere onun hiç değişmeyen bir ilim olan Kur’an’a uyması lâzım. Çünkü değişmeyen tek ilim Kur’an’dır, onun dışındaki ‘pozitif’ dediğimiz bütün ilimler değişime muhtaçtır. Yani fizik de, kimya da, matematik de her an değişmektedir; dolayısıyla da pek pozitif değildir yani aslına bakılırsa. Buradan anlaşılıyor ki, beş duyuyla idrak edilen hiçbir şey ‘güzel-iyi’ olarak adlandırılamaz; ‘idraksizlik’ olarak adlandırılabilir. Ancak cüzî akıl, küllî akla raptolursa; yani kalp nurlanır da, Allah’ın söyledikleri sözün mânâları açılırsa, ‘hakiki iyi, güzel, doğru’ ortaya çıkar. Velhasıl aklın, düşüncenin ve muhakemenin tarttığı değer, ancak kalbin onaylamasıyla doğru tartılır. Çünkü kalp imanın merkezidir vesselam.