Ortaokul üçüncü sınıftayken bir resim sergisine gitmiştik. Resim öğretmenimiz çiçek temalı sergideki resimleri, ressamları, resimlerdeki sanat akımlarını itina ile anlatıyordu.

Ortaokul üçüncü sınıftayken bir resim sergisine gitmiştik. Resim öğretmenimiz çiçek temalı sergideki resimleri, ressamları, resimlerdeki sanat akımlarını itina ile anlatıyordu. Resme merakım vardı ama insanlara merakım daha fazlaydı. Yaşlı bir adam dikkatimi çekti. Bazı resimlere hayretler içinde bakıyor sonra hızla diğerine geçiyordu. Yanına yaklaştığımda bir resmin önünde ‘suphanallah’ dediğini duyar gibi oldum ve şaşırdım.

Boyum yetişmediği için tam bakamadığım ve gördüğüm kadarıyla da pek bir şey anlamadığım bu resimden neden bu kadar etkilendiğini merak ettim ve sordum. Yaşlı adamın cevabı, insanı tanıma yolculuğumda sık sık başvurduğum ve her defasında derinden etkilendiğim bir mihenk oldu.

Torunu ile birlikte sergiye gelen yaşlı adam şöyle söylemişti: ‘Evladım resimler çok güzel. Yalnız resimlerden çok bir kelebek ilgimi çekti. Bu salonda bir kelebek var. Müthiş renkleri, kıvrak hareketleriyle bir resimden diğerine konuyor. Belki de resimlerdeki çiçekleri gerçek sanıyor. Kelebeğin güzelliğini ve tuvallerdeki arayışını hayretle izliyorum.’

Türk Dil Kurumu Sözlüğünde insan; ‘toplum hâlinde bir kültür çevresinde yaşayan, düşünme ve konuşma yeteneği olan, evreni bütün olarak kavrayabilen, bulguları sonucunda değiştirebilen ve biçimlendirebilen canlı, Âdemoğlu’ olarak tanımlanmıştır.

İNSAN MANADAN AYRI DÜŞÜNÜLEMEZ

İnsanlık tarihinin bir anlamda insanı tanıma tarihi olduğunu söyleyebiliriz. Zira insan var olduğu günden bu yana kendisini sorgulamış, kendisini bilmeye ve anlamaya çalışmıştır. Ancak insanın ne olduğunu anlama, insanı bilme ve insan olmanın sorumluluğunu algılama konusunda henüz arzu ettiğimiz yerde olmadığımız hatta son zamanlarda bu konuda ciddi gelgitler yaşadığımız da bir gerçektir.

İnsan; sahip olduğu zekâ ve alt yeteneklerle yerin üstündeki ve altındaki türlü zenginlikleri keşfetmiş ve faydalanmıştır. Uzayın derinliklerine ziyaretler yaparak yeni gezegenler keşfetmiştir. İleri teknoloji, yapay zekâ, sanal âlem, dijital iletişim, şehir yaşamı, ileri üretim şekilleri, kısacası hayatın tüm yüzlerinde uygarlığı önemli düzeylere getirmiştir. Ve insanoğlu dünyayı şekillendirmiş, yeryüzünde çok önemli izler bırakmıştır. Ama kendini bilme ve anlamada işin başındadır.

Belki de hayatta kalma çabası, temel fizyolojik ihtiyaçlar, diğerlerini geçme çabası gibi uğraşlar, insanın kendini bilm esini geciktiriyor. Yahut madde odaklı yaşamda insanı bilmek ve tanımak salt madde odaklı oluyor ve ötesine geçilemiyor. Oysaki insan mana yönünden ayrı düşünülemez.

Aslında aklın ürünü olan temel bilimlerin verilerinden hareketle insan nedir sorusuna yönelik arayışlar, tarihin ilk dönemlerinden bu yana bilim insanlarının yegâne uğraş konusu ola gelmiştir. Bu arayış çoğunlukla maddi varlık yönüne odaklandığı için insanı mana eksenli bütünlük içinde tanımlamada eksik kalmıştır.

İnsan için yapılan bazı tanımlara baktığımızda bu gerçeği görmek mümkündür. İnsan; öğrenen bir hayvandır (Konfüçyüs), araştıran bir hayvandır (Thales), sorgulayan bir hayvandır (Sokrates), toplumsal bir hayvandır (Platon), düşünen bir hayvandır (Aristo), eleştiren bir hayvandır (Kant), konuşan bir hayvandır (Descartes), üreten, mücadelec i bir hayvandır (Marx)…

İNSANIN TANIMI SORGULANIYOR

Tanımların ortak noktası insanın hayvan olduğu iddiasıdır. Hatta Nietzsche, insanın ‘düpedüz hayvan olduğunu’ söylemiştir. Elbette insan, biyolojik bir varlık ve canlı olarak hayvana benzer. Ama bazı özellikleri olan bir hayvan olmadığı, hayvandan çok daha farklı, daha başka olduğu açıktır.

İnsana salt maddi verilerle bakıldığında, biyolojik işlevselliğinin dışına çıkılamıyor ve yapılan tanımlar, belli özellikleri öne çıkarsa da insanı hayvanla eş değer tutma yanılgısına girebiliyor.

Bilim tarihinin son yüz yılında insana ait bu tanımlar ciddi biçimde sorgulanmaya başlanmıştır. Özellikle kuantum fiziğinin varlık, madde, enerji alanındaki keşifleri; sosyolojinin uygar toplum ve modern insanın çıkmazına yönelik çalışmaları; psikolojinin şehir yaşamına adeta hapsolan insanın mana arayışı alanındaki çalışmaları aynı ihtiyacı ve yönelimi dile getiriyor.

İnsan, maddi varlığı kadar manevi varlığı da olan yeryüzünün en nadide canlısıdır.İnsan; düşünce, dil, konuşma, davranış gibi zihinsel özellikleri, sanat, inşa, üretim gibi kişisel özellikleri, hak, adalet, kültür gibi toplumsal özellikleri, aşk, sevgi, merhamet gibi duygusal özellikleriyle farklıdır.

İnsan, varlığın ulaştığı en ileri form, yeryüzünün en kıymetlisi, canlılar dünyasının en gelişmişidir. Bildiğimiz ve bilemediğimiz bütün cansızları, eşyayı, canlıları var eden yüce güç, en büyük sanatkâr, tüm bu varlıkları en büyük eseri olan insanın emrine vermiştir. Bir eser, eser sahibinden bağımsız düşünülebilir mi? Ressam, sergideki her resmine bir anlam yüklemiştir. Ve biz anlamı yakalayamazsak tuvaldeki çizgiler, renkler, formlar arasında dolaşıp dururuz. İşte bunun için insan, sadece bir canlı değildir, bir hayvan hiç değildir. O halde nedir insan?

(Devam edeceğiz)