Sonsuzluk âleminin tüm bileşenlerine yansıyan denge, insan hayatı için de geçerlidir.

Ölüm, hayatın en önemli gerçeğidir. Ama çoğumuz bu gerçekle yüzleşmekten kaçınma eğilimindeyiz. Ölümü hayatın içine çekerek onunla yaşamadığımız için hayatın en önemli acısına uyum sağlamak ve onunla başa çıkmakta zorlanıyoruz. Bahçemizdeki yaprak dökümü ile ölüm, en yakınımızdan can almaya başlayınca dengemiz bozuluyor, ölümü daha derinden hissediyor, tanımaya ve anlamaya çalışıyoruz.

Sonsuzluk âleminin tüm bileşenlerine yansıyan denge, insan hayatı için de geçerlidir. Yani her ne yöne baksak, her neyi anlamaya çalışsak muazzam bir denge ile karşılaşıyoruz. Bu ilahi dengenin merkezinde hayat yani canlılık vardır. Ne türden olursa olsun her canlının vazgeçilmez yegâne gerçeğidir ölüm. Böylece hayat varoluş ve bitiş ile dengelenmiştir. Çünkü hayat, ölüm ile birlikte yaratılmıştır.

Yeni doğan bebeğin çevresindekiler sevinç içindedir ama kendisi ağlar. Ölenin çevresindekiler üzüntü içindeyken hayatın dengesi gereği ölen, muhtemel ki sevinç içindedir. Ağlayarak geldiğimiz bu dünyadan sevinerek gidiyoruz bir başka âleme.

HAYAT VE ÖLÜM DENGESİ

Canlılığın var olması kadar varlığını sürdürmesinde de denge esastır. Doğumdan son nefesine kadar canlının, yeme, içme, korunma, barınma gibi temel ihtiyaçları karşılandıkça denge sağlanır ve yaşama uyum devam eder. Bu temel ihtiyaçların yeterince karşılanmaması gibi gereğinden fazla karşılanması da insanın bedeninde ve ruhunda zedelenmelere yol açar.

Hayatın dengesini bozan asıl konu, insan olarak bedenin temel ihtiyaçlarını karşılamanın ötesine geçmekteki zorluktur. Zira yeme içme gibi gerekli olan aidiyet, sevme, sevilme, inanma ve kendini gerçekleştirme ihtiyacımız da söz konusudur. İşte elle tutulur, gözle görülür olmayan bu ruhsal ihtiyaçlarımız yeterince karşılanmadığından psikolojik dengemiz bozuluyor.

Bugün yeryüzünde psikolojik dengesi bozulanların hızla artması, birey düzeyinde ruhsal ihtiyaçlarımızın yeterince karşılanmamasının bir sonucudur. Diğer bir ifade ile bedene yatırımımız ile ruha yatırımımız arasındaki denge sarsılmış, bildiğimiz ve yaşadığımız hayata yatırımımız ile bilemediğimiz ölüm ve sonrasına yatırımımız arasındaki denge bozulmuştur.

İnsanın ve hayatın en önemli gerçeği olan ölümle baş etme ve ölümü içselleştirme sürecinde inanç duygusu en büyük rolü oynar. İnanmak, en önemli ruhsal ihtiyaçlarımızdan olduğu için insanlık tarihi boyunca birey ve toplumların hayatlarında din, vazgeçilmez biçimde yer almıştır.

İNANMA İHTİYACI

Günümüz insanı, inanma ihtiyacını yeterince gideremediğinden hayata anlam vermekte zorlanmaktadır. Zorlanmaktadır, çünkü modern yaşam biçimi; bedene yatırımı öne çıkarmış, tüketimi esas almış, ölümü günlük hayatın dışına çıkarmış ve insanı en güçlü gerçeğinden uzaklaştırmıştır. Kapitalist sistem, hayatı öylesine tüketim odaklı hale getirmiştir ki insan, ahlakını, özgürlüğünü, değerlerini, anlam arayışını yani insanlığını tüketen bir konuma gelmiştir.

Oysaki hayatın anlamı, hayatın dengesini sağlayan ölümde saklıdır. Yani mutlu, uyumlu ve gerçek yaşama sevincini sağlayacak hayat, ölüm gerçeğine aşina olduğumuz, ölümle arkadaş olduğumuz bir anlayış ve davranışa muhtaçtır.

Bir anlam arayışı süreci olan hayatta ölüm gerçeğini konumlandırmış, varlığın yanına yokluğu yerleştirmiş, dünya kadar ötesine de aşina ve nihayet tüm varlığın, hayatın, canlılığın ve dahi ölümün sahibi yegâne ilahi kudrete gerçekten emanet olabilmiş kişi, beden ve ruh dengesini kolaylıkla sağlayacaktır. Çünkü hayat ölümün ve ölüm de yeni bir hayatın başlangıcıdır aslında.

Unutulmamalıdır ki görünen ile görünmeyen, yeryüzü ile gökyüzü, madde ile mana, hayat ile ölüm, varlığın birbirini tamamlayan temel yüzleridir. Bu yüzler birbirlerini tamamlar da bir anlam oluşur ve Bir’e doğru akar. Üstün vasıflarla yeryüzüne gönderilen insan, kendi hayatının anlam arayışında yalnızdır ve özgürdür. Zira yalnız gelmiş ve yalnız gidecektir.

Her şeyin yerli yerinde ve dengede olduğu kâinatta ölümün başköşede yer aldığı bir hayat anlayışının dört kapısı; sadakate, adalete, hayâya ve ilime açılacaktır.

İnsan, hayatın ana konuşmacısından alacağı dersi serlevha etmelidir. Bu konuşmacı ki ağzı var konuşmaz, dili var dönmez, gözü var görmez, ayakları var yürümez, bedeni var cansızdır.