Sessizliğin hâkim olduğu ıssız dağların eteklerinde oynadığımız günlerdi. Kış aylarında iki metreye ulaşan karla mücadele ettiğimiz, yazın hasat edilen buğdayla bereketlenen günler. Köpeklerin koyun sürüsünü korudukları, kedilerin fare kovaladığı yıllar. Taş ve tahtadan oyuncaklarla yetindiğimiz, adını bildiğimiz topu henüz göremediğimiz zamanlar. Ve yıldızların sayılacak kadar yakın olduğu vakitlerdi köydeki çocukluk yıllarımız.

Küçük yaştaki çocuklardan en yaşlılara kadar herkesin bir iş yaptığı, üretici olduğu eski yıllar. Tezeklerin yandığı soba ateşiyle ısındığımız, gaz lambasıyla aydınlandığımız uzun akşamlar. İlkbahar, yaz, sonbahar, kış. Her mevsime göre değişen işlerin zamanı doldurduğu ve yaşanan her ânın kendini hissettirdiği zamanlardı onlar. Kocaman bahçeli evlerin etrafında tavuklar, kazlar, hindiler ve daha nice hayvan kendi meşrebince yaşardı. Zaman zaman tilkilerin musallat olmasını bir yana koyarsak, insanlar gibi hayvanlar da mutluydu.

Gürültünün, trafiğin olmadığı ve sükûnetin hâkim olduğu o zamanlarda; herkesin öncelikli amacı o günün işlerini yapmaktı. Köylü sürekli çalışırdı. Zaman zaman yaşanan geçimsizlikler ve çıkan kavgalar, büyüklerin araya girmesiyle köyün dışına taşınmadan çözülürdü. İmam camiyle, öğretmen okulla sınırlı kalmaz; köyün içinde dolaşarak yaşam boyu eğitime süreklilik kazandırırlardı. Köyün ayaklı kütüphanesi, gezici enstitüsü misali dertlere deva olur, araştırma ve geliştirmenin ışığını her eve taşırlardı.

Akşamları iple çekerdik! Köyün hikâye ustası yaşlı amca; bir önceki gece tam da heyecanlı yerde bıraktığı menkıbenin, masalın ya da hikâyenin devamını anlatırdı. Hikâyeden önce birkaç ayeti okunan ve açıklaması yapılan Kur’ân-ı Kerîm ile derin düşüncelere dalardık. Bir meddahı aratmayan tiyatral üslubuyla, adeta canlandırdığı ve yaşattığı menkıbe ile heyecanlanır bazen de gülerdik. Ağladığımız zamanlar da az değildi elbet. Günün son etkinliği olan ağıt türündeki beyitler, yanık türküler ve destanlarla doruğa çıkardı duygular...

HAZRETİ ÂDEM

İşte böyle bir gece anlatımından, daha dün gibi zihnimin heybesinde taze kalan bir menkıbe düştü aklıma. Pür dikkat dinlediğimiz Hazreti Âdem ile ilgili anlatım, bunca ağır gündemin önüne geçti. Aslında hepimizin bildiği ama yeniden duyması gereken bu hatırayı, yaşlı köylü amcanın dilinden paylaşıyorum izninizle:

“Gençler; bildiğiniz gibi Hazreti Âdem ilk insan, ilk peygamber ve ilk babamızdır. Cennette güzel güzel yaşıyordu. Ama Havva annemizle birlikte işledikleri bir hatadan dolayı dünyaya atıldılar. Hepimiz hata yaparız. Asıl olan hatanın farkına varmak ve o yanlışta ısrar etmemektir. Çünkü yanlışta ısrar etmek bizi yeni yanlışlara götürür. Yani yanlışta ısrar ederek, şeytanı kendimiz davet ederiz. O da gelir içimize girer ve oradan ayrılmaz.

Hazreti Âdem, yanlışını fark ettiği anda özür diledi, bir daha hata yapmayacak bir hayat sürmeye başladı. Ve dünyadayken kopup geldiği cennetin peşine düştü. Yaratıcının rızasına kavuşarak yeniden cennet ehli olmak için var gücüyle çalıştı. Unutmayın ki, şeytansız insan olmaz. Onun görevi, bizi doğru ve güzel olandan uzaklaştırmaktır. Yanlışa düşmemek için doğrunun peşinden koşmak ve çok çalışmak şarttır.

ÖLÜM EN BÜYÜK DÜŞÜŞTÜR

İnsan hep ayakta ise bunun kıymetini bilmez. Düştüğümüzde gösterdiğimiz çabayla ayağa kalkmanın ayrı bir keyfi vardır. Yani hayatınızda yanlış giden bir şey varsa, bir hatanız yahut yanlışınız olmuşsa; bunu bir hayır, bir nimet gibi görüp ondan kurtulmaya çalışmak, onunla mücadele etmek sizi zenginleştirecek ve iyi bir insan yapacaktır. Dolayısıyla da Hazreti Âdem’in dünyaya düşüşü, onun için bir nimettir aslında. Çünkü daha önce içinde bulunduğu cennetin kıymetini daha iyi anlamış ve tüm gücüyle onu tekrar kazanmaya yönelmiştir.

Unutmayın ki tarlanızdan verim alamıyorsanız, hayvanlarınız her sene çoğalmıyorsa, ekinin can suyu olan bereket (yağmur) yağmıyorsa ve ciddi kayıplarınız varsa; bunlar yeni kazançların kapısını aralamamızı sağlamalıdır. Kaybı yeniden doğuş için değerlendirseniz yol alırsınız. Aksi hâlde her kayıpla ve her düşüşle siz de biraz düşer, biraz azalır ve biraz kaybolursunuz.

Şanlı Devletimiz Osmanlı’nın yıkılması, bizim için bir düşüştür. Ama milletimiz yeni bir devlet kurarak tekrar ayağa kalkmasını bilmiştir. Devletimizin bir daha düşmeyecek bir güce kavuşması için de çok çalışmamız zaruridir.

Hayatımızda yaşadığımız bütün irili ufaklı düşüşler asıl düşüşümüzün bir provasıdır aslında. Unutmayın ki, ölüm hayatta yaşayacağımız en büyük düşüştür. Ölüm ile hayattan düşeriz. Bu düşüş de her düşme gibi yeni bir doğuşun habercisidir. O hâlde, yeni bir doğuş için de hazır olmamız gerekir. Âlemin her dem tazelenmesi gibi siz de kendinizi tazeleyin. Unutmayın ki hayat, yaşamamız gerekenlerle yaşamak istediklerimiz arasında bir çizgide ilerler…”