İstanbul bu, ne zaman neler olacağı hiç belli olmaz.
Yazın da, kışı da, bambaşkadır. Yazın ne zaman geldiğini ne zaman bittiğini anlayamazsınız. Hele hele, Marmara’nın son yıllarında kendini iyice hissettirmeye başlayan ekolojik bozulmanın etksinden midir bilinmez ama, özellikle dört mevsim kavramı neredeyse ortadan kalkmış durumda. İstanbul’da dört mevsim değil neredeyse iki mevsim egemen gibi.
Eskiden, üniversitede okuduğum yılların İstanbul’unu anımsamaya çalıştım. Aklımda kalan, İstanbul’un ilkbahar ve sonbahar aylarıdır. Nisanın yarısından sonra ağaçlar yeşermesini tamamlamış, çiceklerle donanmaya başlamıştır çoktan. O zaman çokça olan yeşil alanların var olduğu kırlar iyice kendine davet eder durumdadır. Şehrin birçok yerinde ağaçlık, çimler ve çiçeklerle kaplı yeşil alanlar günübirlik konuklarını davet etmeye başlamıştır.
1 Mayıs’ın adı o zamanlar “Bahar Bayramı” idi ve güneşin parladığı, giderek ısınmaya başlayan havaların cazibesiyle insanların, güzel bir gün geçirmek için akın akın kırlara gittiği dönemlerdir. Adı üstünde “Bahar Bayramı”’nın gizemi, gülümseyen yüzüyle başlayan mayısın muhteşemliği tüm ay boyunca devam ederdi. Bazan bu güzellik haziranı da kaplardı.
Haziran ortalarına doğru ise yaz ayı, güneşin ısıran sıcaklığıyla kendini hissettirmeye başlar, İstanbul’da yaz kendini, sere serpe ortalığa yayardı.
Temmuz İstanbul’da sıcakların zirve yaptığı aydır. Okuların tatil olmasını fırsat bilenler, bütçelerinin elverdiğince kendilerini tatil yörelerine atarlar, özellikle tercihleri deniz kıyısı ve Ege-Akdeniz sahilleridir. Buralardaki tatil yöreleri tatilcilerle dolar taşardı.
Hep dillendirilen bir şehir efsanesi vardır. Özellikle temmuz ayında “İstanbul’un yarısına yakını boşaldı” hep konuşulandır. Bu söylem hala devam eder. Geleneksel “bir İstanbul masalı”dır bu. Yaz aylarında sözünü ettiğimiz Ege ve özellikle Akdeniz sahilleri tatilciler için özlem duyulandır ama, oralardaki yaz sıcaklarının çoğu zaman çekilebilir yanı da kalmaz. Sıcaklık 45 dereceleri bulur, güneş delicesine beyaz vücutları yakar, kül eder. Adı tatil olduğu için, İstanbul’un 30-35 derecelik sıcağında, “yandım Allah, bu ne sıcak” diye şikayetlenenler, Ege ve Akdeniz’de ceplerine kadar yakan sıcaklığı hissetmezler bile.
Tatil filan darken, “cicim ayları”, sona erer. Tatiller biter, “hadi köyümüze dönelim” hikayesi tecelli eder, tatil yörelerinde olanlar köylerine döner ve hep var olan gerçeklerle başbaşa kalırlar.
İşte bu ay ayniyle-vaki bir durumdur yansıyan fotoğraftaki, özellikle İstanbul için geçekleşmesi kaçınılmaz olan bir hikayedir.
Bu ay bir başka fotoğrafın yansıması daha da etkilidir. Hem ağustos hem de dini bayramlarımızdan Kurban Bayramı’na denk gelen bir tatil sürecidir. Bilinen; pazar günü dört gün Bayram tatili, arifesini de sayarsak beş gün, önündeki cuma gününü de eğlenebilenlerle altı günlük tatil, adı üstünde “Bayram Tatili’ydi ama, beklenen çarşamba günü sonlanacak yasal bayram tatiline, kalan perşembe-cuma ve ardından resmi tatil olan cumartesi-pazarın da eklenmesi ile on günlük bir tatildi, oohh miss!
Ama beklenen olmadı. Tatil yörelerindeki “doluluk” had safhada olunca bu iki gün beklenen resmi tatil olamadı.
Ağustosun en güzel yanı, zorlamayla on güne çıkarılan, adı üstüne “Bayram Tatili’ de sona erdi ve tatilcilerin hemen hemen tümü, başta İstanbul olmak üzere köylerine döndüler.
Her bayram tatili sonrasında yine yaşanan trafik kazaları ve hayatını kaybedenler hep var olan istatistiki bilgiler arasında yine yerini aldı.
Bugün yayınlanan bu yazımı dün yazarken o sözünü ettiğim İstanbul yazından eser yoktu. Bugün ne olur bilemem ama, bir iki gündür kapalı olan hava, yerini sağanak yağmurlara bırakmıştı.
Tatil yörelerinden dönenler güneşin kaybolduğu kapalı İstanbul günleri ve sağanakla karşılaştılar.
Sanki İstanbul’un yazı sona doğru gibiydi.