Bilindiği gibi âlem ikidir. İlki bu görünen âlem, öbürü de gayb âlemi. Bu dış âlem Hz. Muhammed'in cismâniyetine, yani dış şekline göre tanzim edildi. Gayb âlemi ise, onun ruhâniyetine göre tertip edilmiştir. Ulvî âlemin letâfeti, onun letâfetiyle ölçülür.
Ulvî âlemlerin zâhirdeki misâli semâ âlemidir.
Semâdaki güneş, cesetteki ruh gibidir. Ay, cesetteki akıl gibidir. Gökteki beş yıldız ise (Zuhâl, Müşteri, Merih, Zühre, Utarit) cesetteki beş duyu gibidir.
Arş kulların kalbine bir yönelme yeri olarak yaratılmıştır. Kürsî’ye gelince orası sırlarına bir kapıdır. Nurlarına da bir örtü. Kürsî menzilesinde sîne vardır. Arş menzilesinde de kalp vardır.
Arş, kalpteki nurla aşikâr olur ki, bizdeki Allah’a ait mânâdır. Kalbin, nefse bakan yüzü sîne (sadr) olduğuna göre, kürsî bu nurla vücûdun aşikâr olup mânânın madde üzerindeki tesiridir. Eğer nur aydınlatıp kürsînin nur kesilmesini sağlarsa, “nûrun alâ nûr” olur ki, bu da Hz. Muhammed’deki (s.a.s) tecellîdir.
“Onlar gayba inanırlar, salât (namaz) ederler.”
Kendileri açısından gayb olana taklidî ya da ilme dayalı tahkîkî (hakîkî) îman şeklinde inanırlar. Çünkü îman, taklidî ve tahkîkî olmak üzere iki kısma ayrılır. Tahkikî îman da iki kısma ayrılır. Delile dayanan ve keşfe dayanan. Her ikisi de ya ilmin ve gaybın sınırına bağlıdır ya da değildir (ya ilim ve gayb derecesinde kalır veya ilim ve gayb derecesinde kalmaz). Birincisi, “ilme’l-yakîn” denilen kesin kanı (kanaat) oluştur. İkincisi ise; ya aynîdir, yani “ayne’l-yakîn” denilen müşâhededir (gözle görmek), ya da Hak’tandır. Bu ise “hakka’l-yakîn” denilen zâtî şuhûddur (görme, şâhit olma). Son iki kısım gayba îmânın kapsamına girmez. Gayba îman; tezkiye, yani kalbi kalıcı mutluluklara nâil olmaktan alıkoyan bedensel, haricî mutluluklara meyletmekten arındırmak gibi kalbî amel gerektirir. Çünkü mutluluk üç kısımdır: Kalbî mutluluk, bedensel mutluluk ve bedeni hariçten çevreleyen mutluluk. Kalbî mutluluk; irfan (mârifet), hikmet (kâinattaki bütün hâdiselerin Allah tarafından bilinen sebebi), ilmî, amelî ve ahlâkî kemâlattan ibarettir. Bedensel mutluluk; sağlık, güç, cismanî lezzetler ve tabiî şehvetlerdir. Bedeni hariçten çevreleyen mutluluk ise, mal ve maddî sebeplerdir. Nitekim Emîrü’l-mü’minin (a.s) şöyle buyurmuştur. “Haberiniz olsun; malın çokluğu da bir nimettir. Malın çokluğundan daha iyi olanı ise kalbi güçlendiren beden sağlığıdır.” İstenen, matlûp (talep edilen) mutluluğa nâil olmak için zühd (dünyadan elini çekmek) ve ibâdetle ilk ikisinden sakınmak gerekir. Salât etmek, yani namaz kılmak ise bedenin rahatını terk etmek, vücuttaki organları yormak demektir. Bu yüzden namaz, ibâdetlerin anasıdır. O var oldu mu, kişi diğer ibadetlerden geri kalmaz. “Salât, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebût, 45). Namaz, beden ve nefis için bir yüktür. Her ikisine de ağır bir meşakkat (güçlük) gibi gelir. Mal infak etmek de, nefise hoş gelen hârici mutluluktan yüz çevirmektir. Buna zühd denir. İnfak (Allah yolunda malını harcamak), kimi zaman insan nefsine canını vermekten daha ağır gelir. Çünkü cimrilik nefsin ayrılmaz bir özelliğidir. Bu yüzden yüce Allah, mal dağıtmak hususunda zorunlu olan (zekât gibi) miktarlarla yetinmeyip şöyle buyurmuştur: “Kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar/infak ederler.” Kalpleri cömertlik ve eli açıklık yoluyla ihtiyaç fazlası malları terk etmeyi alışkanlık hâline getirsin diye. İhtiyaç fazlası malların harcanması da zorunluluğu olmayan yemek yedirme, hibe (bağış) etme ve sadaka verme şeklinde olur. Böylece nefsin cimriliğinden kurtulmuş olurlar. İhtiyaç fazlası malın infak edilmesi, ifadenin orijinalinde bütünden parça (ba’ziyet) anlamını içeren “min” harf-i cerrinin kullanılması sûretiyle “bir kısım” olmakla kayıtlandırılmıştır. Bu da mal harcanırken savurganlığın veya zarurî ihtiyaçlar için gerekli olan kısmın düşüncesizce dağıtılması durumuna düşülmesini engellemek içindir. Böylece cömertliğin ölçüsüz ve aşırı olanı haram kılınıyor ki, bu Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanma kapsamına giren bir uyarıdır.
El-Gayb: Hakk’ın kendisiyle ilgili değil, seninle ilgili olarak senden gizlediği her şey.
Gayb: Kaybolan şey anlamında mastardır. Bu akıl ve duyulardan tamamen gizli olan, akıl ve duyularla ispatlanamayan şeydir. Gayb iki kısımdır:
Hakkında hiçbir delil bulunmayan gayb. Şu âyette ifade olunan gayb bu türdendir: “Gaybın anahtarları Allah’ın katındadır. Onları ancak O bilir.” (En’âm, 59).
Hakkında delil bulunan gayb: Yaratıcı ve sıfatları, kıyâmet günü, öldükten sonra dirilme, toplanma, hesap ve cezâ görme durumları gibi. İşte burada anlatılmak istenen de budur vesselam.