İnsan, yeryüzünde misafir olduğunu biliyor aslında. Fakat hız çağı neredeyse her gün bizi başka biri olmaya zorladığından; kendimiz kalmakta, aidiyetimizi sürdürmekte ve insanın anlamını taşımakta zorlanıyoruz.

İnsan, yeryüzünde misafir olduğunu biliyor aslında. Fakat hız çağı neredeyse her gün bizi başka biri olmaya zorladığından; kendimiz kalmakta, aidiyetimizi sürdürmekte ve insanın anlamını taşımakta zorlanıyoruz. Varlık, aidiyetinden uzaklaştıkça kendini var eden anlamdan ve bu anlamın yüklediği sorumluluk bilincinden de uzaklaşıyor. İnsan anlamından uzaklaştıkça yegâne sermayesi olan sevgiden de uzaklaştı ve yer yüzündeki kötülüklere açık hale geldi. Bunun içindir ki bilim ve din ilk çağlardan itibaren insanın unutmaya meyilli olduğu ezeli varlık anlamıyla ilgilenmiştir.

Ve bilim insanları, kendi düşünce akımlarına göre insanın anlamını tarif etmeye çalışmıştır. Aristoteles, insanın anlamına ilişkin arayışında “aklı” öne çıkarmıştır. İnsanın anlamını; Platon “erdem”, Descartes “düşünme”, Hegel “özgür irade”, Marx “emek”, Nietzsche “güç”, Russel “iktidar”, Freud “arzular”, Fârâbî “kalp”, İbn-i Haldun “asabiye” ve Gazâlî “varlığın manası” şeklinde tarif etmiştir. Kuşkusuz insan, dile getirdiğimiz ve getiremediğimiz tariflere sığmayacak kadar karmaşık bir varlıktır.

AKLIMIZ SINIRLI

Aydınlanma Dönemi’nde Kant, doğrudan insanın kendisini temel araştırma konusu edinme çabasına öncülük etmiştir. Schler “İnsanın Kozmostaki Yeri”(1) eserinde, insanın anlamını felsefi antropolojideki üç temel geleneğe dayandırmıştır. Bunlar; Âdem-Havva geleneğindeki (İbrahimî gelenek) “Tanrının Yarattığı İnsan” (Tanrısal İnsan), Antik Yunan geleneğindeki (felsefi gelenek) “Rasyonel İnsan” ve doğa bilimlerindeki (bilimsel gelenek) “Biyolojik İnsan” modelidir.

Böylece insan, varlık âleminde kendi anlamını üç temel esasa dayandırmıştır: Biyoloji, mantık ve yaratılış. Yani insanın anlamı; bedenimizin biyolojik varlığı, mantık dünyamızın varlığı olan akıl ve ruh ile sezgi dünyamızdan ibarettir. Bunlardan birinin yersizliği, eksikliği yahut kabul görmemesi insanı anlamından uzaklaştırır. Üzülerek yinelemek zorundayız ki; bugün insanın kendi anlamından uzaklaşmasının temel nedeni, beden ve mantık tarafının alabildiğine gelişmesine karşılık ruh ve sezgi dünyasının gerilemesidir.

İnsan, maddenin dünyasındaki düşünce dokusunda derinleştikçe kendi gerçeğini araştırmaktan uzaklaşmıştır. Zamanın taçlandırdığı bilim insanlarından Kopernik’in, dünyanın döndüğüne ilişkin ezoterik söylemleri matematiğin verileriyle ve bu dönüşü astronomi alanındaki sonuçlarıyla ele aldığı “De Revolutionibus (Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine)” adlı eserine(2) “En Kutsal Efendimiz Papa III. Paulus’a” başlığıyla yazdığı önsözdeki şu ifade önemlidir: “Bir filozofun amacı; Tanrı’nın insan aklının yapmasına izin vermiş olduğu kadarıyla, her şeyde gerçeği aramaktır.” İnsanın kendisine yönelik anlam arayışı, aklının yapmasına izin verildiği ölçü ile sınırlıdır.

İnsanı var eden ilahi kudret, her alanda olduğu gibi insanın aklına ve dolayısıyla kendini bilme yolculuğuna da sınırlar getirmiştir. Çünkü insan, ontolojik olarak sınırlı bir canlıdır. Bu sınırlılık insanın kendi anlamının peşinde olmasına engel değildir, olmamalıdır. Zira bilimsel metotlar yetersiz kaldığında ruhun engin sezgi dünyası devreye girer ve gerçeği arama yolculuğumuz devam eder.

İNSAN KİMDİR?

Gerçeğin peşinde olmak, çevreyle uyumumuzu sağlar. Tıptan psikolojiye, sosyolojiden antropolojiye, tarihten matematiğe kadar bütün pozitif bilim dallarının veriye dayalı sonuçları ışığında insanın anlamının izini sürmemiz şart. Ancak insan aklının eseri olan bilimsel bakış, aklımızın sınırlarından dolayı gerçeğin bilgisine ulaşmamızda yeterli olmayabilir. Mantığın yanında ruhsal bakışa, bilimsel verilerin yanında sezgisel değerlendirmelere, bilginin yanında ahlaka, fiziğin yanında metafiziğe ihtiyacımız var.

Çünkü insan, maddi ve manevi yönüyle bir bütündür. Tıpkı, günü var eden gündüzle gece gibi. Bundan dolayıdır ki, “insanın anlamı” yolculuğunda bilimsel bakış kadar dinî bakışa da ihtiyaç vardır. Zira insan, inanma ihtiyacı olan bir varlıktır ve insanlık tarihi boyunca inanç sistemleri ile iç içe olmuştur. Kutsal bir kitaba dayalı semavi dinlerde yahut diğer inanç sistemlerinde dinî düşüncenin temel konusu Tanrı-insan ilişkisidir. İnanç sistemleri, insanlık tarihi boyunca fert ve toplumların yaşadığı düşüşlerin “Tanrı-insan” ilişkisindeki bozulmadan kaynaklandığını ve bundan kurtulmanın da bu ilişkiyi yeniden kurmakla mümkün olacağını dile getirir. İbnü’l-Arabî, insanın anlamının Allah-insan ilişkisinde saklı olduğuna ve “İnsan kimdir?” sorusunun “Allah kimdir?” sualinin içinde olduğuna dikkat çeker. Çünkü insanın anlamını sadece hayatın içinde aramak bizi eksik bırakacaktır.

İnsanın anlamı, hayat kadar ölümün de içinde aranmalıdır. Beden, mantık ve hayat ile ruh, sezgi ve ölüm gerçeklerini birbirini tamamlayacak şekilde ele almak zorundayız ki insanın gerçek anlamına ulaşabilelim. Yaşlanmaktan korktuğu için yaşamayı unutan modern insan; ruh hayatında yaşadığı düşüşü bir nimet olarak değerlendirebilirse, insanın anlamına yönelen bir diriliş başlar. Bu dirilişle de asli anlamıyla buluşan, anlamını “taşıyan” insanlar çoğalır.

(1) Scheler, M., (2012). İnsanın Kosmostaki Yeri, (Çev.: Harun Tepe). İstanbul: BilgeSu Yayıncılık.

(2) Kuhn, T. S., (2007). Kopernik Devrimi, (Çev.: H. Turan, D. Bayrak, Sinan K. Çelik). İstanbul: İmge Kitabevi Yayınları. s. 330