Davranışlarımız iki temel gücün etkisi altındadır.
Biri ruhumuz, diğeri içgüdülerimiz. Bütün mesele hayat yolculuğunda hangisinin baskın olduğudur. Yani ki davranışlarımızın direksiyonuna kim hâkim? Bugünün insanını ve toplumunu anlamak için bu direksiyonun ne yana zorlandığını bilmek durumundayız evvela.
Bilim, pratik hayat ve inanç sistemleri, insan olarak en yüce değerimizin ruhumuz; birey olarak bizi temel insani değerlerden uzaklaştırabilecek yegâne potansiyelin de iç içgüdülerimiz olduğunda birleşiyorlar. Evet, bir yanda dünya gözü ile görüp dokunamadığımız, insanı tüm canlı ve cansız varlıklardan ayıran, vücuttan ayrı bir varlık olarak kabul edilen ve mahiyetini tam olarak bilemediğimiz ruhumuz. Diğer yanda canlının doğuştan getirdiği, mantık ve düşüncelerimizden ziyade türlere ait biyolojik ve genetik eğilimler ile bedenimizin görünür bütün istek ve arzularına ev sahipliği yapan içgüdülerimiz. Âdemden beşere olan yolculuğumuzda bu iki potansiyel birbirini tamamlar da insan oluruz. Yer ile göğün birbirini tamamlaması gibi.
Ruh; canlılığı, manayı, bütünlüğü, zihinsel potansiyeli, aklı, duyguları, sevgiyi, iyiliği, aşkı, üretmeyi, ötelerin ötesini düşünmeyi zorlar. İçgüdülerimiz ise temel fizyolojik ihtiyaçları, benliği, nefsi ve bedenimizin arzularını doyuma kavuşturmanın savaşını verir. Kısacası biri vermeye diğeri almaya odaklanmıştır.
İnsani Kriz
Okurlarımız bilir. Yıllardır bir insani krizden söz ediyoruz. Ve bugün insanlığın yaşadığı temel çıkmazda, birey ve toplum olarak giderek ruh dünyamızdan uzaklaşarak bedenimizin emrine girmemizin belirleyici rol oynadığını vurguluyoruz. Gerçekten de bugün yeryüzünde giderek artan açlık, savaşlar, adaletsizlikler, psikolojik sorunlar, çevreye verilen zararlar; birey, toplum ve dünya olarak hayatımızda bilincin, aklın ve bunları kumanda ettiğine inandığımız ruhun etki alanından hızla uzaklaştığımızı ve madde dünyasının arzularına hapsolduğumuzu gösteriyor. Giderek maddeye tapan, gerçek hayatın sanal görüntüleriyle mutlu olduğunu zanneden, tüm davranışlarıyla bedensel arzularını tatmine odaklanan, vermeyi unutan, giderek saldırganlaşarak zulmü başarı gören insan modelini başka türlü izah edemeyiz.
Ruh değerlerinden uzaklaşan, uzaklaştırılan birey, farkında olamadan insan olmaktan uzaklaşıyor hızla. Hayatımızda birbirini tamamlaması ve bir kılması gereken madde ile manayı bir savaşa tutuşturarak mana tarafını zayıflattık. Ve yetiştirdiğimiz çocuklar, sürekli almayı modelleyerek yetiştiklerinden vermeyi ve “ben”e takılmaktan ötekini unutuyorlar. Sanal dünyada dolaşmaktan yorgun düşen çocuklar, hakikatten ayrı düşüyor. Anadolu’nun bir köyünden İstanbul’a gelip zorlukla ayakta kalmaya çalışan, hafta sonları inşaat soğuk demirciliği işinde çalışan ve hafta içinde de üniversiteye devam eden gencimizin gözlerindeki parıltıyı, her türlü ekonomik ve sosyal imkânları olan, buna karşın kendileri ve aileleriyle yaşadıkları sorunlar nedeniyle hekim ve psikologların müdavimi olan, uyarıcı ilaçlarla ayakta duran gençlerimizin gözlerinde göremememiz biraz da bundandır.
Mehmetçiğin Düğünü
Düğüne gider gibi Afrin’e yol tutan Mehmetçiğin heyecanını hissedemeyen, dünyada ve bölgemizde olup bitenlerin büyük resmini görmek yerine kendi ideolojik çıkmazlarının savaşını verenleri anlamakta zorluk çekmemiz biraz da bundandır.
Aman dikkat. Öyle bir zamandayız ki neredeyse her gün, birey, aile ve toplum olarak nereye doğru evrildiğimizi görmek zorundayız. Zira düşünce ve eylemlerimizin farkında olarak, kendimize sahip çıkarak ve kendimizi yöneterek istikametimizi yeniden düzenlemek zorundayız. Böylece belki de bilmeden bilinçaltına attığımız ve şu kısa hayatta asıl talip olduğumuz insani değerleri tekrar hatırlamalıyız.
Dünya gelirinin yüzde 95’inin, dünya insanlarının yüzde 5’inin elinde bulunduğu, küresel hedeflerin ve liberal ekonomik düzenin sorgulanmaya başlandığı, küresel bir ticaret savaşının başladığı, toplumların giderek aşırı uçlara yöneldiği ve bu özellikteki liderlerin tercih edildiği şu zamanda toplum olarak yakaladığımız istikrarı korumanın, kendi ruh değerlerimizi korumakla yakından ilgili olduğunu unutmamalıyız. Sınırlarımız gibi zihnimiz ve gönlümüzün işgal girişimleri karşısında da dimdik ayakta durmalıyız.