Bugün yaşanan hiçbir şey şimdiye ait değildir; her bir davranışın, yaşamsal deneyimin bir tarihi, geçmişi vardır. Şiddet de bundan muaf değil, o geçmişin şimdiki zamana mirasıdır.

Arapça şdd (sert, katı yoğun) kökünden gelip sertlik, katılık, müsaadesizlik gibi bir içeriği olan şiddet, Latince (cebri, kuvvetli, hiddetli, sert, zorlu anlamlarını bünyesinde barındıran) violence’den gelen violare kelimesiyle incitmek, zarar vermek, bozmak, lekelemek, tecavüz etmek, ihlal etmek anlamlarını taşır. Yunanca şiddet bia sözcüğüyle ilintilidir ve kuvvet, güç, iktidar anlamlarını içerir, fiil hali ise kısıtlamak, zorlamak, baskılamak için kullanılır.

Hangi dilden ele alırsanız alın şiddet kavramı, var olan bir durumun üzerine uygulanan kuvvet, ihlal, yıkıcılık ve olumsuzluk içermektedir. Arendt’in işaret ettiği gibi, şiddet yasadışılık içerir ve yasanın varlığına bir atıfta bulunur. Bu durumda yasayı şiddetin varlık alanı, nedeni olarak görmek mümkündür.

İnsanın yaşamını içinde sürdürdüğü iki yasal düzlem de bu noktada devreye girer:

Doğanın yasası ve kültürün yasası. Doğanın yasası söz konusu olduğunda denilebilir ki, şiddet doğaya içkindir bu yüzden doğada şiddet yoktur. Çünkü, doğanın canlıları arasındaki sertlikleri şiddet olarak değerlendirmek mümkün değildir, doğanın “şiddeti” zarurettir. Öte yandan şiddetin dil ve yasa içeren kültürle dolayımsız ve varoluşsal bir ilişkisi vardır.

Öyleyse dilin dışında şiddet yoktur; şiddet insana dairdir, onsuz düşünülmemelidir. İnsan, insana ve diğer canlılara şiddet uygular ama diğer canlılar başkalarına ve insana şiddet uygulamaz. Örneğin bir aslan insana şiddet uygulamaz, bunun yeri dilde bile şiddet değildir ama insan bir köpeğe, ata veya başka bir insana şiddet uygulayabilir. Ancak şunu da hemen belirtmeliyim ki şiddet insana içkin değildir aksi takdirde dünyayı şiddetten arındırma fikri en başından yara alır. İnsan kendine şiddet uygulayan tek türdür.

Doğadaki hiçbir şey kendinde bir anlam taşımaz ve insan kendi anlamını arayan yegâne canlıdır. Anlam arayışı, insanın şiddetle ilişkisinde kritik bir noktada yer alır. Çünkü insan anlamını yitirmiştir; konuşmak insanın doğadan kopmasının ve mânâ kaybının nedeni olmuştur. Kim olduğunu soran insan, yanıtlamaya çalışan yine insan, soru da yanıt da dilde ve dille mümkündür.

Dil anlamın evidir. Dilsiz bir dünyanın/hayatın anlamı yoktur, dilin dışında bir anlam da yoktur. Bu halde dil, konuşan, içinde bulunduğu deryayı anlamaktan naçar insanın üzerine yaşamaktan daha fazla bir yük bindirmiş, verili, kendinde olmayan anlamın aranması, insan yaşam gailesine dönüşmüştü. Burada en büyük sorun insanın konuşmasıdır. İnsanın hep konuşan bir canlı olup olmadığı ise yanıt bekleyen en önemli sorundur.

Doğanın dili evrenseldir, tüm canlılar bu dile dahildir, çıkardıkları farklı seslere karşın herkes aynı dilin içindedir. Bu dilin içinde bir anlam da yoktur, onu bulmaya yönelik bir ihtiyaç da. Bu yaşamın kendisidir, yaşamaktır, bir nevi bütünlük, ihtiyaçsızlık, minnetsizliktir. Burada imgesel bir bütünlük vardır, her tür ve birey doğanın yaşam formunun bir göstergesidir. Lacancı bir yaklaşımla söyleyecek olursak insanı bu imgesel bütünlükten ayıran bölücü şey dildir/konuşmadır. İnsan elbette bu imgesel dönemde de bir dil kullanıyordu ve kimi araştırmacılar buna kök dil/arkaik dil ismini vermişti.

Doğanın insana verdiği ses ve dil yeteneği idi. Bu, tüm insanların diğer canlılar gibi birbirlerini anlamasını sağlayan bir iletişim aracıydı. Başlangıçta var olan bu dilde kırılmalar meydana geldi ve insan doğanın dilini terk ederek yeni bir dil-lisan kullanmaya başladı. Arkaik dil evrimsel süreçte yerini “simgesel düzeni” kuracak yeni bir dile bırakmıştı. Bu yeni dil, insan bilgisi de dahil olmak üzere her türlü düşünme faaliyetinin gerçekleştiği bir yapı olanağı sunmuştur.

Bu nedenle de dil, hayvanlıktan uzaklaştıran, doğayla yaşanan imgesel bütünlükten koparıp insanı biyolojik bedeninin ötesinde “simgesel” dünyaya taşıyan bir fonksiyon yüklenmiştir. İnsanın ne zaman bu yeni dilsel dünyaya geçtiğini tespit etmek elbette kolay değildir, çünkü dil doğrudan maddi bir iz bırakmaz ama dolaylı dilsel izleri arkeolojik olarak tespit etmek mümkündür. İnsanın biyolojik varlığından ve doğadan dışarıya (yaklaşık 2,5 milyon yıl önce) yaptığı ilk dilsel referans taş alet endüstrisidir. Taş alet yapımı insanın ilk arkeolojik dilsel izleridir Biyolojik gerçekliğinin ötesinde bir kelime, kavram ve dile işaret eden bu arkeolojik izler Homo habilis’e aittir.

Öte yandan arkeolojik ve antropolojik araştırmalar Neanderthalensis ve Homo sapiens insan türlerinin de simgesel dil düzeyinde lisan kullandığını ortaya koymaktadır İnsan simgeseldir diyen Barnard çalışmasında, simgesel arkeolojik bulgulara değinerek, sanat ve ritüel gibi eylemlerin doğaüstü dilsel iletişimin göstergeleri olarak dikkate alınabileceğine vurgu yapmıştır. Dil, akrabalık ilişkileri ve nüfus arasında ilişki olduğunu ileri süren Barnard, bu süreçte dilde üç önemli kırılma anı tespit etmiştir; gösterge devrimi, sözdizim devrimi ve simge devrimi. Bunlar arasında en erken dilsel gelişme gösterge devrimidir.

Barnard’a göre bu devrim, Homo habilis ya da Homo ergaster ile Homo erektus’un erken döneminde meydana gelmiştir. Bu devrim muhtemelen, anne baba, erkek ve kız kardeş, oğul, evlat gibi akrabalık kategorilerinin tanımlanması ve dilde temsil bulmasını da beraberinde getirmiştir. Alan Barnard’ın tespit ettiği bir diğer dil devrimi olan sözdizimi devrimi, Neanderthaller, arkaik Homo sapiens ya da Homo heidelbergensis türüyle başlayan, birlikte şarkı söyleme, dans etme ve özellikle de dış evlilikleri işaret eden bir evreye tekabül ediyordu.

Simge devrimi ise toplumun bütünüyle akrabalık temelinde tanımlanmaya başlamasıdır. Akraba olmayanların bile akrabalaştırıldıkları bu dönemi Barnard şöyle ifade eder: “Çekirdek ailenin ötesine uzanan akrabalık bağlarının tanınması, eşler kadar kayınlarla da bağ kurulması ve toplumun, akrabalık kategorilerine göre sınıflandırılması, hiç şüphesiz, simgeleri kullanan ilk insanlara, gelişkin mübadele ve paylaşım kuralları üzerinden iletişim kurma imkanı verir, aslında bu arzuyu teşvik eder.

Bu arzuya, sanat, dil mecazları ve simgesel temsiller aracılığıyla kültürü geliştirme kabiliyetini ekleyince, toplum, kültür ve dil arasındaki ilişki insan bakımından ‘tam’ olur. Onun tespitlerine göre, bu devrim Homo sapiens’in Afrika’dan çıkışından sonra gerçekleşmişti. Mağaraların duvarlarına hayvan resimleri çizen aslında hayvanın ötesine atıfta bulunan, metafor yapan insan, dilin simgesel dünyasına geçmiş olmalıdır. Artık doğanın bir parçası olarak insan biyolojik yaşamdan dilin metaforik dünyasına, simgesel gerçekliğine taşınmış, dilin toplumsal yaşamı dayatan yasasına tabi olmuştur. Lacancı bir yaklaşımla yasal bir düzlem dayatan fallus göstereninin bu dönemde ilk kez ortaya çıkması da bu kanıyı desteklemektedir.

GÜNÜN SÖZÜ: ŞİDDETE HAYIR