Büyüme ve kalkınma ile ilgili yazı dizimizin bu bölümünde orantısız büyümeden bahsedeceğim.
Büyüme ve kalkınma ile ilgili yazı dizimizin bu bölümünde orantısız büyümeden bahsedeceğim. Geçen yazıda egemen iktisadın temel modellerinden olan Solow Büyüme Modeli üzerinden fakirleştiren büyümeden bahsetmiştim. Buna göre sadece nüfus artışına veya amortisman harcamalarına dayalı büyüme uzun dönemde toplam Gayrı Safi Yurt İçi Hasıla’nın artış hızını arttırırken kişi başı gelir ve kişi başı sermaye stokunun düşmesine yol açmaktaydı. Buna fakirleştiren büyüme denmekteydi. Ülkede ortalama tasarruf oranının artması (bütün tasarrufların yatırıma dönüştüğü varsayımı altında) doğal büyüme oranını arttırmamakta ama uzun dönemde kişi başı gelir ve kişi başı sermayenin artmasına yol açmaktaydı. Teknolojik gelişmeye ve genel anlamda eğitime yapılacak harcamalar ise hem doğal büyüme oranını hem de kişi başı geliri arttırıyordu. Buna da “zenginleştiren büyüme” adı verilir.
Egemen iktisat anlayışında bir ülkenin üretim kapasitesinin uzun dönemde ortalama artış hızını veren doğal büyüme oranı incelenirken ekonominin tek sektörlü olduğu varsayılır. Bununla yetinilmez, aynı zamanda, tek tip bir sermaye ve tek tip bir emek olduğu da varsayılır. Devletin ekonomide var olmadığı ve aynı zamanda ekonominin dışa kapalı olduğu kabul edilir. Bu durumda tasarrufların hepsi yatırıma döner, yatırım da sermaye stokunda artış olarak yansır. Bu anlaşılacağı gibi pratik hayattaki ekonomik gerçeklerden gayet kopuktur. Burada modeli daha gerçekçi hale getirmek için bazı iktisatçılar çeşitli önermeler getirmişlerdir. Bunlardan en önemlisi iki sektörlü büyüme modelleridir. Bu yaklaşıma göre ekonomi tüketim malları ve yatırım malları olmak üzere iki genel sektöre ayrılır. Hirofumi Uzawa’nın 1964 tarihli "Optimal Growth in a Two-Sector Model of Capital Accumulation” / “Sermaye Birikiminin İki Sektörlü Modelinde Optimal Büyüme” adlı akademik makalesi bunların en meşhur örneğidir. (Uzawa, Hirofumi (1964). "Optimal Growth in a Two-Sector Model of Capital Accumulation". Review of Economic Studies. 31 (1): 1–24) Yine egemen iktisat dışında Marksist İktisat modellerinde de sermaye birikimi yatırım ve tüketim malları sektörü olarak analiz edilir. Benzeri şekilde Marksist İktisat kaynaklı bir kavram olarak ekonomi üretken ve üretken olmayan sektörler olarak da ayrılabilir. Burada üretken sektörler sanayi ve tarım sektörleri iken üretken olmayan sektörler hizmetler ve inşaat sektörleridir. Dışa açık ekonomiler değerlendirmeye alındığındaysa burada sektörel ayırım dış ticarete konu olan sektörler ile dış ticarete konu olmayan sektörler arasında yapılır.
Niye bu ayrıntılara girdim? Geleneksel büyüme modellerinde ekonominin toplam büyüme potansiyelinin anlatılması amaçlanır. Bu yüzden ekonomi tek bir sektör, tek tip emek ve tek tip sermaye ile açıklanmaya çalışılır. Bu, elbette ki, kolaylaştırıcı bir varsayımdır. Ancak ekonomi gerçekte yüzlerce farklı sektörün iç içe geçtiği, birbirini etkilediği bir iktisadi ilişkiler ağıdır. Farklı üretim sektörleri deyince de farklı üretim fonksiyonları olması gerekir. Dolayısıyla, örneğin, tasarruf artışı veya dışarıdan sermaye girişleri, her sektörde farklı oranlarda büyümeye yol açabilir. Her bir sektörde emek ve sermayenin kullanım oranı farklılaşacağı gibi, bu sektörlerin üretiminin toplumsal refaha etkisi de farklı olacaktır. Ekonominin doğal büyüme oranının etrafında istikrarlı büyümesi için ekonomideki farklı sektörlerin üretim içindeki payının belli bir ideal değere yakın olması gerekir. Bu durumda sektörel üretim ve toplam üretim birbiriyle dengeli ve uyumlu bir şekilde artacaktır. Bu durumda “orantılı büyüme” gerçekleşmiş olur. Eğer hükümet politikaları, ekonomide bazı sektörlerde eksik rekabetin ortaya çıkması veya dış ekonomik şartlar gibi ve benzeri sebeplerden ekonomide kaynaklar (yani emek, sermaye, enerji ve gayrımenkul) belli birkaç sektöre yoğun olarak aktarılırsa ideal sektörel denge bozulur. Bu durumda kaynakların aşırı yığıldığı sektörler aşırı yatırım ve aşırı üretimle boğulurken diğer sektörlerde eksik yatırım ve eksik üretim oluşur. Bu durum “orantısız büyüme” olarak adlandırılır.
Ben doktora tez çalışmamda Türkiye’de oluşan krizlerin arkasında sektörel orantısızlık olduğu tezini savundum. Kısaca açıklamam gerekirse toplam kredilerin büyümesi Türkiye’de ilk önce dış ticaret konu olmayan hizmetler ve inşaat sektörlerinin payının artmasına yol açmaktadır. Bu dengesiz büyümeyi ithalatın patlaması ve dış ticaret açığının büyümesi takip eder. Devamında ülkenin dış borç stoku ve bankacılık sektöründe batık krediler artar. Sürecin sonunda dış borca dayalı sert kur artışları ve batık kredilere dayalı banka iflasları gerçekleşir. Yani aynı anda hem bankacılık hem de döviz krizi… Bu tip krizlere literatürde “ikiz kriz” adı verilir. Doktora tezimde, “ikiz krizlerin” tipik örneği olan 1994 ve 2001 krizlerini ve bunların farklı imalat sanayi sektörlerine yansımasını incelemiştim.
Bugün doktora tezime farklı bir açıdan yaklaşacak olursak ele alınan 1994 ve 2001 krizleri “üretken olmayan sektörlerin orantısız büyümesi” ile de açıklanabilir. Çünkü ticarete konu olmayan hizmetler ve inşaat sektörleri aynı zamanda (Marksist terminolojiyle) üretken olmayan sektörlerdir. Üretken olmayan sektörler kendileri artı değer üretmeyen ama üretken sektörlerin ürettiği artı değeri ekonomiye yayan ve paylaştıran sektörlerdir. Bu sektörlerin orantısız büyümesi ekonomide karşılığı olmayan kâr ve servet oluşmasına yol açar. Kapalı bir ekonomide bu daha kısa sürede bir bankacılık krizine yol açabilecekken açık bir ekonomide dış borçlanma imkânlarıyla daha uzun süre devam edebilir ama sonunda bu sefer hem bankacılık hem de döviz krizlerine, yani “ikiz krizlere” yol açar. 1994 ve 2001 krizlere bu tarifle de açıklanabilir.
Her ülkenin vatandaşları, iş adamları ve siyasi yöneticileri ekonominin istikrarlı bir şekilde büyümesini tercih ederler. Hiç kimse 5 sene yüzde 7 büyüyüp bir sene yüzde 10 küçülmek ve sonrasında da iki üç sene yüzde 1-2 büyüme ile yetinmek istemez. Ama bunun için dengeli ve orantılı bir büyüme performansı şarttır. Bugün Türkiye ekonomisinin doğal olmayan ve çok özel şartlarda ortaya çıkmış olan ekonomik büyüme performansı yukarıda saydığım üç farklı tipte orantısızlığı da içermektedir: İhracata konu olmayan ve aynı zamanda üretken olmayan sektörler 2008 krizinden bu yana politika uygulamaları ile orantısız büyümektedir. Öte yandan son iki üç yılda bu orantısızlığa tüketim malları sektörünün orantısız büyümesi de eklenmiştir. Her üç orantısızlıkta da inşaat sektörü baş roldedir. Şu anda gidilecek mevzi kalmamış gözükmektedir. Bunu hiç istemesem ve beni de çok sert bir şekilde etkileyeceğini düşünsem de, 1994 veya 2001 benzeri bir “ikiz krizin” bütün emareleri verilerde gözlemlenmektedir. Bu kriz gelmeden oluşan balonun yavaş yavaş söndürülmesi gerekir. Bu da bir istikrar programı ile ancak mümkün olabilir. Pekiyi hükümet ne yapmaktadır? Önümüz seçim olduğundan bir istikrar programı uygulamaya siyasi sebeplerden yanaşmamaktadır. Sonuçta balonu var gücüyle şişirmeye devam etmektedir. Yani seçime kadar orantısız büyümeyi sürdürmeyi amaçlamaktadır. Dua edelim de balon patlamasın.
Pazartesi günü yazı dizisine ara verip Kürt sorunu, HDP ve diğer partilerin siyasi duruşlarına iktisadi bir yorum getireceğim.